Hüda-Par`ın merakla beklenen programı açıklandı. Parti kurucuları ilk defa basının ve dolayısıyla kamuoyunun önüne çıktılar.
Belirtmek gerekir ki, ne kurucu kadronun basınla buluşması ne de programı, dilekçe vermek kadar basında yer bulabildi. Bu da, önümüzdeki süreçte farklı kesimlerin değişik misyonlar biçtiği Hüda-Par`a yönelik uygulanacak medya ambargosunun/ablukasının ilk işaretleri olarak değerlendirilebilir.
Yine de parti programı üzerinde çok sınırlı da olsa bazı kalem erbaplarının değerlendirmeleri gün yüzüne çıktı. Kimisi programı “gözün üstünde kaşın var” mantığıyla irdelerken, İslami kanadın Kürt kesimi, partiyi “Kürdistani” bulmamakla; Türk kesimi ise Kürt dozunu aşırı bularak Ümmet karizmasını çizdirmekle itham ettiler.
Elbette program, kutsal bir metin değildir. Haklı eleştiri ya da tavsiyeler ve de beklentiler karşısında koşullara göre değişiklikler yapılabilir. Ancak parti ve dolayısıyla camianın izleyeceği hareket seyrinin “Türk – Kürt” ikilemi bağlamında eleştirilerden kurtulmayacağını da belirtmek gerekir.
Partiyi “Kürdistani” bulmayanların eleştirileri, camianın İslami çizgiyi önceleyen prensiplerinin yanında insani ve İslami haklar temelinde Kürt meselesine yaklaşmasını yetersiz bulmak üzerinden sürecektir.
Partiyi, programındaki Kürt halkının insani, İslami ve de haklı isteklerini içermesi bakımından eleştirenler ise, İslam kardeşliği ve Ümmet anlayışını zedeleyeceği varsayımını gerekçe göstermektedirler. Ki tahmin edileceği üzere bu kesimi, İslamcılığın “Türki” kanadından olanlar oluşturmaktadırlar.
Yine İslamcılığın “Türki” kanadını oluşturanların diğer bir yaklaşımı da, partinin bölgesel kalıplara sıkışmaması ve klasik deyimle bir “Türkiye partisi” olması gerektiğine, aksi halde bölgesel kalıplara sıkışıp kalmakla başarısızlığa mahkum olacağına vurgu yapmaktadırlar.
Dolayısıyla burada irdelenmesi gereken iki önemli başlık karşımıza çıkmaktadır.
Birincisi Kürt meselesine yaklaşım biçimi ve bunda “Kürtçülük” ile “İslamcılık” sınırlarının tayini;
İkincisi ise, evrensel prensiplere dayanan İslami anlayışın “Türk İslamcılığı” ile “Kürt İslamcılığı” şeklinde ikiye ayrılma ve iki kesim arasında zaten sınırlı olan normal ilişkinin duygusal anlamda da yaşayacağı kopuş tehlikesi. Bu durum, ister istemez daha önce etnisiteye dayanmayan sol görüş arasında yaşanan “Türk solu-Kürt solu” gibi bir kopuş örneğini akıllara getirmektedir.
Elbette evrensel prensipleri baz alan beşeri ya da dini dünya görüşünü dar/etnik temelli kavramlarla ifade etmenin darlığını/zorluğunu inkar edemeyiz. Ancak ayrışmaya giden sürecin bilinçaltının etnisiteye dayalı belki de ifşa etmekten kaçınılan duygulara dayanması, meseleyi etnik bazlı kavramlara mahkum etmektedir. Bu bakımdan kabullenmesek de oluşan farklı kutupları “Türk ya da Kürt” sıfatlarıyla niteleme realitesinden kaçamıyoruz.
Meselenin özüne dönersek;
Evvela Kürt meselesi babından parti programını, dolayısıyla camianın geleceğe dönük öngörüsünü Kürtçülüğe mahkum edip Ümmet ve kardeşlik prensipleriyle bağdaştırmamanın ölçüsü nedir?
Mesela geçmişte Bulgaristan Türklerine uygulanan zulüm ve asimilasyon politikalarının bir benzeri bugün Çin tarafından Uygur Türklerine uygulanıyor. Bulgar baskısına olduğu gibi Çin baskısına tepki vermek insani/İslami midir; Yoksa Türkçülük müdür?
Cumhuriyet dönemi politikalarının Kürtlere dayattıklarının Bulgar ya da Çin zulmünden bir farkı var mıydı? Bugün için asimilasyon ve baskı politikalarının hafiflediğini söyleyebilirsiniz. Ancak hakların iade edildiğini iddia edemezsiniz. Burada tek fark, Çin-Bulgar zulmünde aktörler komünist iken, Kürtlere cellatlık yapanların kimliklerinin “İslam” olması, cürmün niteliğinden hiçbir şey eksiltmediği gibi, aksine kabahatin boyutunu arttırdığı pekala söylenebilir. Kaldı ki, Amerikasından israiline, Avrupasından Rusyasına, Cumhurbaşkanından Başbakanına, hükümetinden muhalefetine herkes, yaşanan Kürt meselesine bir yönüyle müdahil olurken, ağırlığı Kürtlerden oluşan söz konusu parti ve camianın bu soruna bigane kalması düşünülebilir mi?
Bu yönüyle parti, bölgesel niteliğe, yani “Kürt İslamcılığına” hapsolacaksa, o da teoride bunu reddetmesine karşın pratiğin getireceği bir zorunluluğun sonucu olabilecektir. “Kürt İslamcılığına” hapsolup olmaması bu bakımdan “Türk İslamcılığının” alacağı tavırla ilintili olacaktır denilebilir.
Şunu irdelemekte fayda var. Kürt meselesine bakış veya diğer İslami kesimlerle kuracağı ilişki esası üzerine partiye gelecek biçen Türk İslamcılığının bu konuya daha fazla duyarlılık göstermesi gerekecektir. Nitekim bu handikapı işaret eden “Türk İslamcılığı”nın bu yaklaşımı samimiyetin mi, yoksa dile getirilen bir arzunun sonucu mu olduğu konusunda açıkçası tam da emin değilim. Eğer bu “uyarılar” samimiyetin neticesiyse samimiyetin kayıpları değil kazançları beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Yok eğer bir arzunun suçlama mahiyetinde tezahürü ise o zaman işlerin renginin değişeceğini de söyleyebiliriz. Çünkü “Kürt İslamcılığına” hapsolmak, hiçbir zaman bu camianın öncelikleri arasında yer almadı. Zannedersem bunu en iyi bilenler de yine gerektiğinde suçlayıcı dil kullanmaktan çekinmemelerine rağmen her fırsatta ziyaret edilen “Türk İslamcılığının” ileri gelenleri olmalıdır.
Peki ama, “Türk İslamcılığı”, “Kürt İslamcılığı” ile şartsız şurutsuz bir birliktelik tesis edebilecek noktada mı? O potansiyel mevcut mu? O irade baskın gelebilecek mi?
İşte burada durup düşünmek gerekir. Türkiye`de İstanbul merkezli baskın İslamcılık akımı, taşra İslamcılığına hep ağabeylik yaparak bugünlere geldi. Belki şanssızlık, belki de İslamcı muhalefet rolünden taviz vermenin sonucu olarak bugün genele ağabeylik yapacak bir kudrette olmamasına karşın hala ağabeylik psikolojisini üzerinden atamadığını da belirtmek gerekir. Dağınıklık halinin yanı sıra iktidar partisi üzerinden sisteme eklemlenme sorunu, genel İslamcılık akımının afetine dönüşmüş durumdadır.
Nitekim Ali Bulaç, İslamcılığın Çanakkale Savaşından sonraki en büyük afeti, muhalefet rolünü icra etmesi gereken İslamcıların AKP iktidarıyla bütünleşerek İslamcılık kimliğinden sıyrılmaları olarak zikretmekte, bu durum, biraz da alaylı bir şekilde “Mücahitler Müteahhit oldu” şeklinde de formüle edilmektedir.
Ana akım İslamcılığın ağır toplarının ikinci büyük afete düçar kalmaları, belli bir zayıflama dönemini beraberinde getirmiş olsa da, yine de kendi çevrelerinde ve genel anlamda saygın kişi, kurum ve cemaatlerin olduğunu da belirtelim. Şayet Hüda-Par`ın sıklıkla vurguladığı gibi İslami kesimlerin siyasette temsil edilmediği gerçeği “Türk İslamcılığının” da katıldığı bir husus ise, burada başarısızlığına duacı olmak ya da programına “Başsavcı” mantığıyla yaklaşmak yerine, el ele, kol kola vererek yeni bir aksiyoner zemin oluşturmak mümkün olacaktır. Böyle bir olasılık, İslamcılık piyasasını etnik temelli ayrışma kalıplarından kurtaracak en iyi yöntem olabileceği gibi, İslami kesimlerin bu zemini iyi kullanmaları durumunda hem ciddi bir alternatif ortaya konabilecek, hem de siyasal iktidarların kendilerine çeki düzen vermeleri gibi olumlu sonuçlar doğurabilecektir.
Aksi halde, 1990`lı yıllardan beri yaşanan tüm süreçlerin günah faturasını bölgedeki Müslümanlara çıkarma alışkanlığının yanında meseleye “Boynuz – kulak” ilişkisi mantığıyla yaklaşıp eleştirme-dışlama alışkanlığında ısrar etmeyi “Türk İslamcılığının” yeni stratejik ideolojisi haline getirme eğilimini sürdürmek, teoride olmasa da pratikte bir “Kürt İslamcılığını” gündeme taşıyacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.