Önceki seçimlerde önünü almak için alınan kararlarla yaşanan mağduriyet duygusunun seçmen nezdindeki karşılığı Ak Parti`ye avantaj olarak dönmesi, statükocu güçlere yeni bir deneyim alanı açtı. Öyle görünüyor ki statüko, bu sefer seçimlerin sonucuna etki edecek “mağduriyet duygusunu”, deneyim birikimi olarak başka bir alana kanalize etme yoluna gitmeyi tercih etti.

Önce veto, sonra geri adım sinyali birbirini izledi. Ancak beklenen, belki de hedeflenen şiddet dalgası, bir kez daha Kürt mahallesini esir almaya yetti. Kürtler adına mağduriyet havası estirildi, ama nedense dükkanı kapanan, camı kırılan, işyeri taşlanan yine Kürtler oldu.

Elbette YSK`nın bayatlayan bir taktikle aldığı veto kararı bariz bir haksızlıktı. Tabii ki haksızlıklara karşı makul ölçülerde tepki koymak da insanların hakkıdır. Ortaya konan tepkilerin engellenmesinin protestocu gruplarla kolluk kuvvetleri arasında zaman zaman karşılıklı çatışmalara yol açtığı gerçeği de tüm dünyada karşılaşılabilen bir durumdur. Ancak hak aramak adına tamamen şiddete ayarlanmış bir ruh haliyle hiçbir hedef gözetmeden önüne çıkan her nesneye, her mekana taşlarla, sopalarla, molotoflarla saldırmanın makul hiçbir yanı bulunmamaktadır. Dahası, bir yöntem haline gelen yıkıcı protestoculuk anlayışı, provakatörlere kucak açmanın başlıca yordamı olmuştur. 

Nitekim provakatörlükle birleştirilmiş “hak arayışı”nın en bariz örneklerinden bir tanesi son olarak Adana`da bir kez daha yaşandı. “Bir kez daha” diyoruz, çünkü polis destekli serseri gruplarla aynı derneklere yönelen ve PKK ya da BDP süsü verilen saldırı biçimleri birbirini izlemeye devam etmektedir.

İLKHA`nın verdiği habere göre, YSK vetosunu Adana`da protesto eden bir grup, defalarca taşlanan, kurşunlanan hatta bombalanan Mustazaf-Der şubesinin bulunduğu caddeye gelmişler. Orada bulunan dernek üyelerine, “derneğe karşı herhangi bir harekette bulunmayacaklarını” söylemişler. Ardından gelen başka bir grup, doğrudan dernek binasını ve yakınlardaki işyerlerini hedef almışlar. Yine habere göre, dernek üyeleriyle bir saatten fazla süren taşlı sopalı kavgadan sonra lütfedip olay yerine gelen ve “güvenlik önlemi” alan polis, dernek yetkilisinden kamera kayıtlarını istiyor. Kameralar çalışmamasına rağmen  bu sefer bilgisayar harddiskine el koymak istiyor. Savcılık kararı istenince de tez elden bir karar belgesi üretilme yoluna gidilerek harddiskler götürülmek isteniyor. Ancak dernek yetkililerinin ısrarı ve karar  metninin bir kopyasını istemeleri, “güvenlik için” gelen polis, sahte belge üreten polis olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Gerçek anlaşılınca polis elindeki güya savcılık kararını yırtıyor ve çekip gidiyor.

PKK`ye ait ANF, olayı başka mecralara taşıyıp yalan habercilikte yeniden bir “Özgür Gündem” geleneğini oluşturma çabasını sürdüredursun ama, Adana Emniyeti bünyesindeki “özel yetkili” polis grubunun gerektiğinde “Biji Serok!”tan başka hiçbir ideolojik birikimi olmayan, yaşanan göçle beraber metropollerde sosyolojik travmaların sonucu olarak zevk duyduğu şiddet yönteminden başka hiçbir hareket referansı olmayan grupları rahatlıkla başka hedeflere kanalize ettiği gerçeği artık görmezden gelinemeyecek kadar açıktır.

Adana polisinin aynı derneklere yönelik komplolarını sıralamak sayfaları doldurur. Dernek müdavimlerine karşı sürdürdüğü yıldırma taktiği, fişlemeler, tutuklamalar birbirini izlemektedir.

4 Eylül 2010 tarihli yazımızın başlığı; “Adana`da Polis Terörünün Özeti: ÖNCE FİŞLE SONRA ŞİŞLE” şeklinde idi. Dernek binasına yönelik silahlı saldırı vesilesiyle Adana`da derneklere yönelen polis kaynaklı komploları o yazımızda sıralarken şunu demiştik:

“Elbette Mustazaf-Der ve aynı paralelde çalışan dernekler etrafında, özellikle Adana ayağında bugüne kadar olan ve bundan sonra olacak olan provakatif tüm teşebbüslerin kaynağı bizzat Adana Emniyet Müdürlüğü`dür. Bu bir ‘topu taca atma` teşebbüsü ya da basit bir polis düşmanlığının dışavurumu değildir. Bu kanıyı oluşturan hatta pekiştiren bizzat ADANA EMNİYETİ olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Elbette kimi zaman kullandığı çeyrek tetikçilik kabiliyetine sahip çaylakların kimlikleri farklılık arzedebilir, ama bu durum polisin olaylar ardındaki karanlık pençesini gizlemeye yetmemektedir. Çünkü;

Bugüne kadar aynı derneklere onlarca saldırı oldu. Ama ne hikmetse hiçbir saldırının faili yakalanmadı. Olsun, yakalanmasın! Ama saldırılar akabinde derneklere yönelik polis baskınları sonucu yakalanan dernek yöneticilerinin sayısını da isimlerini de hafızamızda tutamaz olduk. Dernek sayısından daha fazla dava sayısı oluştu. Adeta provakasyonlara gelmemenin bedelini ödetiyorlar. Hazırlanan iddianamelerin içeriği, bedel ödettirmenin en somut sonucu olsa gerek.

(…)Derneklere komplo kuran, kontrollerindeki serseri takımına dernek binalarını taşlatan, saldırganları yakalamayan, yakalanıp kendilerine teslim edilenleri serbest bırakan, saldırının faturasını dernek yöneticilerine kesip örgüt yöneticisi safsatasıyla tutuklattıran, derneklere gidenleri önce fişleyen ardından da evlerine dadanarak tehdit eden bir polis profilinden ne beklenmez ki! Ama elbette polisin bu tavrı “zurnanın zırt dediği yer” değildir. Hiçbir polis ya da benzeri silahlı resmi odak, kurumsal anlamda himaye görmeden kendi başına devlet terörünün tetikçiliğine soyunmaz. Şikayet ve basına yansımasından sonra bile terörün resmi versiyonu estiriliyorsa bunu himaye edenin sadece tasfiyeye mahkum eski statükocu güç olmadığı da ortaya çıkmaktadır…”

Evet, polisin derneklere yönelik taktiği deyim yerindeyse “Önce Fişle Sonra Şişle” idi. Ancak son olaya bakılırsa tıpkı YSK kararı ile taktik değişikliğine giden statüko gibi Adana polisi de taktik değiştirdi. Bu sefer “Önce Şişle Sonra Fişle” yöntemi uygulandı.

Üstelik gündüz sokaklarda çatıştığı “Apocu Gençlik”le el ele vererek!  Gündüz “Apocu” olan gençlik her nasıl oluyorsa günbatımıyla beraber “Emniyetçi Gençlik” oluverebiliyorsa, burada Adana Emniyetinin katettiği “başarıyı” tabii ki görmek lazım!