Bir taraftan Amerika`nın yeni Ortadoğu politikası, diğer taraftan Türkiye`nin malum Arap ülkeleriyle bu politikaya angaje olması, öbür taraftan Kürt meselesi etrafında Washington merkezli diplomatik hareketliliğin gözle görülür şekilde artış göstermesi…
Bölge üzerindeki politik değişim baskısının en önemli ayağı olan Suriye üzerindeki heyecan bulutları dağılmaya yüz tutarken şimşeklerin yönü Irak`a çevrilmiş durumda.
Suriye`de başrolde oynayan Türkiye, bu alandan istediğini bulamazken Irak sorununu bölgesel bir dizaynın ikinci halkasına dönüştürme planlarında önde olan ülke, yine Türkiye.
Irak, bölgesel dizayna ayar çekmenin ikinci halkası olma yönünden değerlendirmeye tabi tutulabileceği gibi, yine bölgesel bir boyuta sahip Kürt meselesi yönüyle de ele alınabilir. Kaldı ki Türkiye açısından aslında her ikisi de iç içe geçmiş meseleler olarak ele alınması daha uygun düşmektedir.
Irak`ta aslında bağımsızlık öncesi tüm hazırlığını yapan, giderek kurumsallaşan ancak konjonktür gereği zamanlama engeline takılmış bulunan bir Kürt özerk bölgesinin aldığı pozisyon ortadadır. Özerk Kürdistan, bağımsızlık niyetlerini artık saklama gereği de duymamaktadır.
Türkiye`nin özelde PKK, genelde ise Kürt kimliği üzerinden yaşadığı zorluk ve politik çıkmazı bilinmektedir.
Her ikisini de kuşatan Amerika`nın da bölgeye dayatma niyetinde olduğu bir “Kürt vizyonu” etkisini giderek daha fazla hissetmektedir.
Bölgeye yeni bir dizayn dayatan Amerika, bu dizayna uygun politika geliştirme karşılığında PKK`nin tasfiyesinde son süreçte gereken desteği Türkiye`ye vermiş görünmektedir. Bu destek, PKK ile mücadelesinde Türkiye`ye şimdiye kadar verilmiş en ciddi destek olma özelliğine sahip bulunmaktadır.
Ancak Amerika, dizayn politikasında sadece Suriye ve Irak`la ilgilenmemekte, öngördüğü yeni Kürt vizyonunu da yeni dizaynın bir parçası saymaktadır. Mesud Barzani`nin Amerika-Avrupa ziyaretlerinden sonra Ankara`da en üst düzeyden karşılanıp görüşülmesi, ziyaret sonrasında da Irak Kürdistanı`nın Türkiye ile birleşme haberlerinin servis edilmesi şimdilik gerçekçi bir vakıa olarak görülmese de Amerika`nın öngördüğü bir vizyona tekabül etmesi açısından anlamlıdır.
Türkiye ile Kürdistan bölgesinin ilişkilerinin ileriki aşamalarda nasıl bir şekle dönüşeceği noktasında şimdilik sadece ziyaretlerin dışında ancak üçüncü şahıslar tarafından seslendirilen siyasi birliktelik, ekonomik entegrasyon vs gibi yorumlarla belki tahminler yürütülmekte, belki de her türlü olasılığa karşı kamuoyunu hazırlama amacı güdülmektedir. Bu ilişkinin boyutları ne olursa olsun meselenin Türkiye açısından en kritik noktası, PKK`nin Kürt meselesinde bir aktör olmaktan çıkarılarak tasfiyesine endeksli olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bölgedeki Amerikan müdahaleciliğine iştiyakla sarılmış olması da bu isteğinin Amerika tarafından da kabul edilmiş olmasının getirdiği bir durum gibi görünmektedir.
Nitekim Barzani`nin ABD sonrası Türkiye ziyaretini müteakip BDP/DTK heyetinin de Amerika`yı yeniden keşfetmeye koyulması, aslında Kürt kartı konusunda nihai sözü söyleme gücüne sahip olanın Amerikan makamları olduğu inancının yerleşmesidir.
Gerçi nihai anlamda Amerika`nın buyurgan Kürt politikasının sonuç verip vermeyeceği belli değildir. Ancak tüm tarafların acil olarak halletmeleri gereken önceliklerinin olması, şimdilik Amerika`yı Kürt meselesi noktasında “karar mercii” konumunda göstermektedir.
Özerk Kürt bölgesi, işgal gücünün Irak`tan çekilmesi sonrası her an baş gösterme ihtimali bulunan iç karışıklıklar karşısında elde ettiği kazanımlarını korumak peşindedir. Son zamanlarda Türkiye ile geliştirilen gayri resmi ittifak görüntüsünün altında yatan neden de budur. Türkiye`yi olası bir karışıklık durumunda garantör konumda görmek istemesi, mezhepsel temellere indirgenmek istenen siyasi çatışma ortamında Kürt bölgesini de Türkiye ile “Maliki karşıtlığı” üzerinden ortak bir noktada buluşturmaktadır. Türkiye`nin “garantör” konumu, aynı zamanda çekilme döneminde Amerika`nın Türkiye`ye tevdi ettiği görevin de bir sonucudur. Kürt bölgesi ile Türkiye`nin bu anlamda yakınlaşması Kürt bölgesi açısından bir koruma şemsiyesine duyulan ihtiyaçtan kaynaklandığı gibi, Türkiye açısından da PKK`nin tasfiye edilmesinde Kürt yönetiminin desteğine duyulan ihtiyacın bir sonucudur. Tabi bu durumun Amerika`nın Türk-Kürt federasyonu formülüne ne derecede cevap olduğu şimdilik yoruma açık bir konudur. Bağımsızlık fikrine iyice adapte olmuş Kürt bölgesinin Türkiye ile esaslı ilişkilerinin rengi, Irak`ta kendisine yönelik iç tehdit faktörlerinin bertaraf olmasından sonra ancak netlik kazanabilecektir.
Aynı şekilde şu anda dillendirilen Amerika`nın Türk-Kürt planı ile Barzani`nin bağımsızlık yönündeki tavırlarına tepki göstermeyen Türkiye açısından da PKK`nin geleceği ve Kürt yönetiminin göstereceği PKK tavrı, aynı şekilde ilişki biçimini şekillendirecek en sağlıklı veri olacaktır.
Açıkçası Türkiye ile Kürt bölgesinin kendi ulusal çıkarları için şimdilik birbirlerine ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar sonrası ortaya çıkacak gerçekçi ilişki tablosu, Amerika`nın Kürt planının her iki taraf için de ne derecede uygulanabilir olduğunu daha net gösterebilecektir.
Bağımsızlık düşüncesine odaklanan ve bunun için şartları kollayan Kürt yönetiminin Irak`tan koparak Türkiye ile siyasal birlikteliğe yönelmesi, zorlayıcı şartlar dışında hiç de mantıklı gelmemektedir.
Aynı şekilde bu formül, kendi içindeki Kürtlerinin siyasal isteklerine cevap vermekte zorlanan Türkiye`nin başka bölgedeki Kürtleri de içine alma düşüncesi, biraz hayal sınırlarını zorlamak gibi gelmektedir.
PKK çevresi ise, Türk-Kürt bölgesi yakınlaşmasının kendileri için hayra alamet olmadığının farkına varması, Washington`a yol almalarıyla daha da belirginleşmiştir. BDP/DTK heyetinin Amerikan temasları, Misak-ı Milli vurgusunda bulunmaları, yeni manevrada Amerika`nın ilişkileri belirleyici konumda olduğuna dönük inançlarının yanı sıra Türkiye`deki “Millici” çevrelere mesajlar içermekteydi.
Yeni dönemde Amerika`nın Türk-Kürt bölgesi birlikteliği adına şimdiki haliyle PKK`yi gözden çıkardığı görülmektedir. Barzani`nin silahlardan vazgeçme yönündeki çağrılarının yanı sıra Başbakan`ın “silah bırakırlarsa operasyonlar durur” sözleri, aslında PKK`ye tanınan tek şans olma özelliğine sahiptir. Ama PKK silah bırakır mı derseniz, bu şartlarda silah bırakma çağrılarına uyması, PKK`nin oluşan yeni şartlara teslim olması anlamına gelecektir ki, kendini Barzani`nin de üstünde görmek isteyen PKK olgusunun bu şartlarda silah bırakması biraz zor gibi görünmektedir. Bu noktada kısmi ateşkes ihtimali ayrı ama PKK`nin, Barzani`nin insiyatif kazanacağı ve Kürtlük sahasında söz sahibi kabul edileceği bir süreçte büyük ihtimalle başvuracağı tek yöntem, daha fazla eylemlilik süreci içerisine girerek ne denli bir aktör olduğunu ispatlamak olacaktır.
Amerika`nın yoğun istihbarat desteğine karşın yoğun eylemliliğin ne derecede PKK`ye başarı getireceği ve aktörlük imajı kazandıracağını da zaman gösterecektir.
Son bir not, PJAK ile İran askerlerinin tekrar çatışmaya başlaması, dolayısıyla bir yıl önce varılan ateşkesin tehlikeye düşmesi de önemli bir gelişmedir.
İran`ın PJAK ile ateşkese varması, daha ziyade Suriye`ye dönük kıskaç harekatının dayattığı bölge şartlarının bir neticesiydi. İran bu adımla belli bir denge kurup mesaj vermiş, PKK ise kendi maslahatı için İran`la ateşkesi bir zorunluluk olarak görmüştü.
Ancak bu hafta PJAK elemanları İran askerlerine saldırdı, İran da Kandil`i bombardımana tuttu. Burada merak edilen konu şu: Planlı olmayan, belki de kendiliğinden gelişen bir çatışma mıydı? Yoksa PKK, İran`a karşı PJAK kartını devreye sokarak cazibeliğine dayanılamayan Washington`a bir “Emret Komutanım!” mesajı mıydı? Öyle ya, BDP heyetinin ABD temaslarının sıcacık atmosferinde bu saldırının yapılması birazcık manidar görünmekteydi.