Selim Dindar Cizre`li bir iş adamıydı. 02/12/2009 tarihinde İstanbul`da öldürüldü. Öldürülmeden önce Radikal Gazetesinde Neşe Düzel`e bir röportaj vermişti. 12 Eylül darbesinden sonra kaldığı Diyarbakır Cezaevinde, 3 yıl içinde yaşadıklarından bir kesiti aşağıya alıyorum.

“Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna s… copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya s… oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler.

Efendim, ben 12 Eylül askeri darbesinde gençliğe daha yeni adım atmıştım. Onun için olayları net olarak hatırlıyorum. Darbe sonrası Kürtlerin Devlet ile duygusal bağların koparılması adına ne gerekiyorsa, bizzat bu ülkenin yöneticileri tarafından yapıldı.

Mesela o yıllarda ben ortaokulda öğrenciydim. Resmi kurumlarda Türkçeden başka bir dille konuşmak yasaktı. Tabiata zıt olan bu yasak yüzünden, koridorlarda öğretmenlerden dayak yiyen bir sürü arkadaşımız vardı. Ben dâhil, koridorda Kürtçe konuştuk diye öğretmenlerimiz tarafından tekme tokat dayak yiyorduk. 13 yaşında olan benim ve 13 yaşında olan diğer arkadaşlarımızın, 1984 yılında bu tür uygulamalar sonucu türeyen PKK`ye sempatizan olmasından daha doğal ne olabilirdi?

Tabi her şey bundan ibaret değildi. Gözaltılar, sorgular işkenceler, cezalar ve idamlar peşi sıra geldi. Bizim için en acısı kadınlarımızın gözaltına alınmasıydı. Kadınların gözaltına alınması ne anlama geliyordu biliyor musunuz Kürtler için. Annem, halam ve diğer akrabalarımızın odunlukta saklandığı o günleri unutmak mümkün mü? Atanan tabur veya karakol komutanları birer işkence makinesi gibiydiler. Bir tabur komutanı çarşıdan geçse, tüm esnaf esas duruşa geçerdi. Bu komutanlar çeşitli lakaplarla anılırlardı. Kara Bela, Dördüncü Murat vb.

Bizim memleketimizde “Durmaz” ismi pek bulunmaz. Gelin görün ki daha sonra tanıştığım hemşerilerimden birinin ismi Durmaz`dır. Merak ettim, sordum bu ismin hikâyesini. Bu Kara Bela dedikleri Karakol Komutanı zamanında, Durmaz`ın annesi gözaltına alınmış. Kamp gibi bir yere götürülmüşler. İkide bir askerler; “Bunlar burada durmaz” diyorlarmış. Bizim durmaz o zaman annesinin karnında imiş. Yani anlayacağınız annesi Durmaz`a hamile. Kadıncağız anlamını bilmediği bu kelimeyi alıp, o günlerin hatırına oğluna isim olarak vermiş. İlginç değil mi?

Sonra, 28 Şubat cuntasının uygulamaları geldi peşi sıra. Bölgede ne kadar İslami camia var idiyse, hepsine darbeler indirildi. Zavallılar bilmiyorlardı ki aslında bu darbeler İslam kardeşliğine vuruluyor. Bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağ olan İslam dinine getirilen her engel; taş, molotof ve mermi olarak geri döndü bu zihniyete.

Biliniyordu ki bizim memleketimizde İslami camia, cami çalışmaları yürütüyordu.    Binlerce çocuk camilerde Kur`an dersi alıyor, İslami bir terbiye ile büyütülüyordu. Hem PKK hem de 28 Şubatçılar bu durumdan tırstılar. Hemen engeller çıkarmaya çalıştılar. Dua Yayınları arasından çıkan, Mehmet Sudan`ın “Mescid Gülleri İsimsiz Kahramanlar” isimli kitabını okuyup, bu ders alan çocuklara nasıl engeller çıkarıldığını, birinci ağızdan dinleyebilirsiniz.

Sokaktan toplanan bu çocuklar, Kur`an dersi verenlere terörist muamelesi yapılarak gerçekleştirilen operasyonlarla tekrar sokağa salındı. Eeee sokakta bunların hepsi PKK`ye yem oldu. İşte şimdi sizlere taş atan bu nesil, camilerden kovduğunuz o çocuklardır.

Yani ne yaptıysanız siz yaptınız. Hem de kendi kendinize.