Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti`nin kurucu partisi, o günkü deyişle Halk Fırkası`dır. 1924`te bu iki kelimenin başına “Cumhuriyet” eklenince, Cumhuriyet Halk Fırkası olarak anılmaya başlandı. 1935`te de “Fırka” kelimesi “Parti” ye dönüştürülünce bu günkü Cumhuriyet Halk Partisi, yani CHP ortaya çıkıverdi.
1923`ten sonra uzun süre tek parti olarak idarede bulundu bu parti. Küçük aralıklar hariç, ortalama 27 yıl tek parti yönetimi olarak ülkeyi idare etti. Hani kuruluş muruluş diyeceğiz ama 27 yıl kısa bir süre değil. İktidara yapışma hissi olmazsa, 27 yılda pekâlâ seçimler yapılabilir ve ülke çok partili hayata geçebilirdi.
Tabi şunu da eklemek lazım. Atatürk ve İnönü hem CHP`nin başında hem de cumhurbaşkanıydılar. Bir de Atatürk 1927`den sonra değişmez genel başkandı. 1946 yılına kadar İnönü de öyle.
Şimdi siz bu diktatörlük müdür diye sorabilirsiniz. Bunun için kara kaplı kitaba bakmak lazım. O ne derse o. Devlet yönetiminde sınırsız bir liderlik vasfı ve mutlak üstünlüğe sahip olmak, diktatöryel yönetim olarak bilinir. Tanım bu.
Fakat dikkat çekilen husus şudur. Bu demokrat geçinenler, Arap cahiliye dönemi insanlarına benziyorlar. Hani bu Araplar bir zamanlar putlara taparlardı ya. Hani bir yolculuğa çıktıklarında helvadan yaptıkları putlarını, acıktıklarında yerlerdi.
Bu demokratlar da aynen bunlar gibidirler. Çünkü kendileri Demokrasiyi halk yönetimi, halkın vekilleri aracılığı ile yönetimde söz sahibi olması olarak tarif ederler. Kısacası demokraside halkın tercihi esastır. Halk kimi dilerse vekili olarak atar ve yönetimde bu kişiler bulunur. Peki, neden halkın büyük destek ile seçtiklerine diktatör derler?
İşin garipliği de burada başlıyor zaten. Türkiye`de ne zaman halka dayalı bir lider çıkıp, seçimleri yüksek yüzdelerle kazanırsa, bu sözde demokratlar ya da Halkçılar hemen bir diktatörlük teranesine başlarlar.
Onlara göre iktidarı CHP`den, seçim sonucu alınan halk desteği ile devralan Adnan Menderes bir diktatördü. Kendisinin Avukatı Talat Asal`dan, son olarak; “Benim diktatör olmadığımı, dikta rejimine gitmek istemediğimi savunun” isteği olmuştu. Zaten sonucu hepimiz biliyoruz. İdam sehpasında sallandırılan bir Başbakan.
Yine biliyorsunuz ki halka sempatik gelen liderlerden biri de Turgut Özal`dı. 12 Eylül Askeri darbesinden sonra ilk seçimlerde halkın deştiğini alıp, iktidar oldu. O zaman ki gazete başlıklarını hatırlıyorum. Özellikle Hürriyet Gazetesi bu işin başını çekiyordu. 21.10.1989 tarihli sayısında, o zamanki SHP/CHP Genel Sekreteri Deniz Baykal`ın açıklamalarına yer veren gazete, Özal için “Sivil Diktatör” diye başlık atmıştı. Yine 13 Ocak 1990'daki Hürriyet'te, Ertuğrul Özkök imzalı “Özal'ın tek adam olma hevesi” manşeti vardı.
Gelelim Erdoğan`a. Şimdi aynı diktatörlük suçlamalarının Cumhurbaşkanına karşı yapıldığına şahit oluyoruz. Sanki bitmeyen kampanya. Özellikle CHP ve etrafındaki “Beyaz Türkler” tarafından yapılan suçlama, açıkçası gülünç oluyor. Tabiri caizse “Artık yeter” deme ihtiyacı hissediyor insan.
Diktatörlükle suçlanan bu kişiler, Türkiye`de yapılan seçimler sonucu halkın geniş desteğini arkasına almışlardır. İddia sahipleri, Arap Cahiliye devri insanları gibi inandığı putları yemek istemiyorsa, o zaman halkın seçimine ve seçtiklerine saygı göstermelidir.
Her seferinde, bu diktatörlük meselesini ısıtıp ısıtıp halkın önüne menü olarak getirmek, şöyle bir tepki doğuruyor:
Karnımı ağrıtan bu yemeği bir daha niye yiyeyim?