Dedesi onları çok seviyordu. Nasıl sevmesin ki? İlk önce oğulları, sonra da kızları birer birer ayrılmışlardı bu fani dünyadan. Bir tek Fatıma kalmıştı Ehl-i Beyt diyeceği. O, Ali ile evliydi. Hasan ve Hüseyin diye çocukları olmuştu.
İşte Dede bütün sevgisini bu torunlara vermişti. Onlar için; “Allah’ım! Ben bunları seviyorum, sen de sev” diye dua ediyordu. Hatta; “Onlar benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır.”, “Onları seven beni sevmiş olur, onlara kin tutan bana tutmuş olur.”, “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin iki seyididir” diyerek, adeta ümmetine vasiyette bulunuyordu.
Derken her beşer gibi Dede vefat etti. Sonra annesi, babası ve en son abisi. Böylece Torun yalnız kalmıştı Ehl-i Beyt’in başında. Ne yazık ki O’nun ölümü çok acı olacaktı. Bu öyle bir ölüm olacaktı ki, aradan yüzyıllar geçse de ümmetin yüreğini dağlamaya devam edecekti.
Hz. Peygamber’den (sallallahu aleyhi vesellem) sonra 4 halife geçmişti. Muaviye zamanında hilafet merkezi Şam’a taşınmış ve ölümünden sonra da oğlu Yezid’i veliaht ilan etmişti. Bu, İslam devlet geleneğinde olmayan bir durumdu. Saltanata atılan bu ilk adımın engellenmesi gerekiyordu. Yoksa Dede’nin; “Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin. Buna güç yetiremezseniz dilinizle düzeltin. Bunu da yapamıyorsanız kalbinizle buğz edin.” talimatının gereği yapılmamış olurdu.
Bu talimatın gereğini yerine getirmek en çok Toruna düşerdi. Aslında idareye karışmasa saltanatın birçok nimetinden faydalanacaktı. Fakat Dedesinden, Babasından miras aldığı mesuliyet duygusu onu kıyama sevk ediyordu. Onun için Dedesinin hicret ettiği beldeden tersine bir hicret ile esas memleketine gitti.
Herkes ona geri dön diye tavsiyede bulunmasına rağmen, O taşıdığı mesuliyetin gereği yoluna devam etti. Bu durumu Abdullah b. Ömer: “Şüphe yok ki Allah Peygamberini dünya ile ahiret arasında serbest bıraktı. O da ahreti tercih etti. Siz de ondan bir parçasınız. Bunun için hiçbir zaman dünyaya nail olmazsınız.” şeklinde özetliyordu.
Fakat Torun burada da kalmayacaktı. Bu kez istikamet Kûfe idi. Kendinden önce bir elçi göndermişti. Halk elçiye biat ettiği halde sonra onu yalnız bırakmış ve tutuklanmasını sağlamışlardı. Elçi ağlıyordu. Kendisi bundan dolayı ayıplayanlara; “Vallahi ben kendim için değil, Hz. Peygamber’in torunu için ağlıyorum. Çünkü o memleketinden çıkıp Kûfe’ye gelmek üzere yola çıkmıştır.” dedi.
Gerçekten de Torun yola çıkmıştı. Kendisine mektup gönderen Kûfeliler’in çoğu Ziyad’ın ordusu içinde yerini almışlardı. Çatışmamak için yapılan görüşmelerin sonuç vermemesi üzerine Torun, Ehl-i Beytinin yanından kaçıp kurtulmalarını istedi. Ancak Ehl-i Beyt şu şekilde cevap verdi: “Biz seni burada bırakıp da halka; “Biz büyüğümüzü, efendimizi, amcaların hayırlısı olan amcalarımızın oğullarını bırakıp geldik! Onlarla birlikte ok atmadık, onlarla birlikte mızrak saplamadık, onlarla birlikte kılıç sallamadık. Onların ne yaptıklarını bilmiyoruz mu diyeceğiz? Hayır, Vallahi biz bunu yapamayız.”
Artık son hamleler yapılıyordu. Yani sona yaklaşılıyordu. Tarih 10 Muharrem idi. Torun yorgun ve hareketsiz kalmıştı. Şimr b. Zilcevşen insanları ona saldırtmak için sağa sola bağırıyordu. “Öldürün onu” diye seslendi. Bunun üzerine Torun’un üzerine çullandılar. Torun yüzünün üzerine düşüp düşüp kalkıyordu. Susuzluğu da had safhaya gelmişti. Gavurlardan esirgenmeyen Fırat’ın suyu Torun’dan esirgeniyordu. İster istemez ayakları Fırat nehrine doğru gidiyordu. Bu sırada Sinan b. Enes arkasından gelerek mızrağını köprücük kemiğinden saplayıp göğsünden çıkarınca Torun yüzünün üzerine yere düştü.
Dedesinin torunu bir yudum suya hasret gitmişti bu vefasız dünyadan.