Türkiye’de üzerinde en çok tepinilen ilim dalı tarihtir. Huzurunuzda yazmaktan hayâ ederim ama bu iş “Tarihin ırzına geçmek” şeklinde tanımlanabilecek bir kerteye varıyor. Herhangi bir konu için delil sayılan aynı tarihi vakayı, biri doğuya doğru sürer, bir diğeri batıya. Kahraman olarak ilan ettiğimiz bazı tarihi şahsiyetler, başkaları için haindirler.

            Bunca çelişkili açıklamaların yapıldığı bir ortamda tarihin namusu kimsenin aklına gelmiyor. Bilim ahlakını bir kenara atıp, ideolojilerimize kurban seçtiğimiz tarihi olayları, elimizden geldiğince kendi tarafımıza yontarak açıklamalarda bulunuyoruz.

            Tarihin olmazsa olmaz kaidelerinden biri de yaşanan olayı günümüz kafası ile değil, vakanın gerçekleştiği zaman dilimi içerisinde değerlendirme gereğidir. Yüz yıl önce verilen bir kararı, hâlihazırda yaşadığımız çağın bakış açısı ile değerlendirdiğimizde, kafamızı duvara toslarız. O olayı yüz yıl öncesinin şartları içerisinde değerlendirmek durumundayız.

            Efendim, Atatürk’ü Samsun’a kim gönderdi diye bir soru soruluyor. Buna binaen tarihteki haini tespit etme adına, kalem ve kelam erbapları yazılar yazıyor, açıklamalarda bulunuyorlar.

 

İlkokul sıralarında iken, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da kırık dökük, pusulası olmayan bir vapur ile Samsun’a çıktığı, oradan Amasya, Erzurum, Sivas’a geçtiği, bir baştan bir başa memleketi kurtardığı anlatılırdı. Biz de ister istemez dinler, kafamızda bin bir soru belirirdi. Sonra bütün bunların tarihçilerin uydurduğu efsaneler olduğunu ve tarihten bir kahraman ortaya çıkarma gayretleri olduğunu anladık. Tabi konu resmi ve gayri resmi tarihçiler arasında hala tartışılıyor.

Resmi Tarih Nasıl Görüyor?

           Resmi tarihe göre; Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Padişah Vahdettin, İngilizlere tamamen teslim olmuş, antlaşmanın 7. Maddesine göre memleketi işgal etmesinler diye onların insafına sığınmıştır. Karadeniz civarındaki Türk çetelerin Rumlara saldırmaları İngilizleri rahatsız ettiği için, İngiliz yetkililer Padişahı uyarıyor ve eğer engel olunmazsa oraya asker çıkaracaklarını bildirmişlerdir. Padişah da bölgeyi kontrol edecek ve gerekli tedbirleri alacak bir komutan aramaktadır. Bu sırada kendisine Mustafa Kemal’e görev verilmesi teklif edilir. O da Mustafa Kemal’i 9. Ordu Müfettişliği unvanı ile bu bölgeye görevlendirir. Bu iş için Bandırma Vapuru tahsis edilir ve 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkılır. İlk etapta Padişahın kontrolü altında hareket eden Mustafa Kemal, daha sonra kontrolden çıkar ve kendi başına hareket eder. Her ne kadar Padişah kendisini uyarsa da bu ikazlara kulak asmaz ve askerlik görevinden istifa ederek vatanı kurtarma mücadelesini sürdürür.

Gayri Resmi Tarihçilerin Olaya Bakışı:

            Mustafa Kemal’in sonraları kaleme aldığı Nutuk’ta Padişah Vahdettin’in vatan haini olduğu yazılır. Peki, gerçek böyle midir? Alternatif görüşler ise bambaşka şeyler söylemektedirler. Bunlara göre; Padişah, İstanbul’dan işgalcilere karşı bir şey yapamayacağını anlamış ve Anadolu’daki halkların mücadelesinin organize edilmesi gerektiği kanaatine varmıştı.  Bu nedenle Mustafa Kemal’i 9. Ordu Müfettişliği gibi geniş yetkiler vererek, O’nu bizzat kendisi Bandırma vapuru ile Samsun’a göndermiş ve aslında vatanın kurtarılması için milli mücadeleyi başlatmıştır.  

Kim Haklı Kim Haksız:

            Şimdi bu görüşleri ele alalım. İlk etapta şunu belirtelim ki; Mustafa Kemal’in Samsun’a Osmanlı Padişahı tarafından gönderildiğini herkes bilmektedir. Çünkü bu resmi bir görevlendirme şeklindedir ve belgelidir. Müfettişlik bölgesi tarih kitaplarında; Trabzon, Erzurum, Sivas, Van vilayetleri ile Erzincan ve Canik (Samsun) müstakil sancakları olarak yazılmaktadır. Müfettişlik bölgesine komşu vilayet, sancak ve askeri birlikler de Diyar-ı Bekir, Bitlis, Mamuretu’l-Aziz (Elazığ) Ankara, Kastamonu vilayetleri ile Kayseri ve Maraş sancaklarıdır. Bu vilayet ve sancaklarda bulunan askeri birlikler Mustafa Kemal’in emir ve taleplerini kabul edecekler. Ayrıca bu yetkiler sadece askeri değil aynı zamanda sivil idari yetkiler de olacak. Kısacası buraların hem askeri hem de sivil tüm idaresi Mustafa Kemal’de olacaktı.

Padişah ile Vedalaşma:

            Görüldüğü üzere kendisine çok geniş yetkiler verilmiştir. Gitmeden önce 15 veya 16 Mayıs 1919’da Padişah ile görüşen Mustafa Kemal, anılarında bu görüşmeyi detaylı bir şekilde yazmış: “Yıldız Sarayı’nda Vahdettin ile adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları. Vahdettin unutamayacağım şu sözleri söyledi: Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne koydu ve ilave etti) tarihe geçmiştir.” (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnetle dinliyordum). ‘Bunları unutun’ dedi. ‘Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin.’

            Padişahın “Muvaffak ol” duaları ile oradan ayrılan Mustafa Kemal’e, Osmanlının en iyi vapurlarından biri tahsis edildi. Yanına askeri erkân verilip, gemi mürettebatı da görevlendirildi. Ayrıca rakamı üzerinde hala anlaşılamayan ödenek de tahsis edildi. Tüm hazırlıkları Osmanlı tarafından yapılan vapur, 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a vardı.

Atatürk Ne Düşünüyordu?

            Atatürk, İstanbul’dan uzaklaştırmak için bu görevin kendisine verildiğini söyler. Tabi İstanbul’da istenmeyen bir paşanın bu kadar geniş yetkilerle gönderilmesi biraz saflık olur. Nutuk’ta bu kadar geniş yetkilerin kendisine verilmesini tereddütle karşılayacaklar için Mustafa Kemal şu açıklamayı yapmaktadır: Hemen ifade etmeliyim ki, onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe Samsun ve dolaylarındaki güvensizlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun’a gitmek idi.”

Genel Kanaat:

            Şimdi salim bir kafa ile düşündüğümüz zaman; Samsun yöresindeki asayişsizliğin Diyarbakır, Elazığ gibi yerlerle ne ilgisi vardı? Ya da neden Osmanlı Padişahı güvenmediği ve İstanbul’dan uzaklaştırmak istediği birini bu kadar geniş yetkilerle ve bu kadar geniş bir coğrafyaya gönderdi? Bu durum tam bir tezat teşkil etmekte ve ancak ve ancak şu şekilde yanıtlanabilmektedir: Padişah Osmanlı’nın kurtarılması için çareler arıyordu. İstanbul İngilizlerin işgali altındaydı. Yunanlılar İzmir’e çıkmıştı. Güvendiği birilerini geniş yetkilerle Anadolu’ya gönderip bir şeyler yapılabilirdi. İşte tam bu esnada Mustafa Kemal’e iş düşüyordu.

            Yani bu İngilizlere karşı bir oyundu. Padişah Mustafa Kemal’i sözde Samsun ve civarındaki olayları önleme bahanesiyle, resmi olarak müfettiş olarak görevlendirmişti. Gayri resmi olarak da aslında Mustafa Kemal, Anadolu’daki Kuvay-ı Milliye denilen güçleri organize edip vatanı kurtarmaya çalışacaktı. Zaten sonraki dönemde Mustafa Kemal’i sürekli koruyup kollamaya çalışmıştır. Atatürk’ün Samsun’a varır varmaz sanki bir görev almış gibi hemen çalışmalara başlaması durumu yeterince açıklamaktadır. 

            Mustafa Armağan yaptığı açıklamalarla, bu durumun Mustafa Kemal ile Padişah Vahdettin arasında bir sır olduğunu belirtiyor. Mustafa Kemal’in bu sırrı zaferden sonra açıklayacağını Erzurum Kongresinin açılış konuşmasında deklare ettiğini söylüyor. Ancak daha sonra bir şekilde bu sır açıklanmıyor. Mustafa Kemal’in Padişaha gönderdiği telgraflarda kendisini Anadolu’ya gönderenin Vahdettin olduğunu açıkça yazıyor. Padişah ise yurt dışına çıktığında yaptığı ilk açıklama ile Mustafa Kemal’i Anadolu’ya mücadele için kendisini gönderdiğini söylüyor. Mustafa Armağan bu şekilde olayın ikisi arasında İngilizleri oyalamak için plan olduğunu belirtiyor.

Vahdettin Hain miydi?

            Laiklerin uzun süre hain damgası vurdukları Vahdettin’in aslında vatanperver olduğu sonradan yine laikler tarafından söylendi. Nitekim ölmeden önce Bülent Ecevit gibi CHP’nin yıllarca genel başkanlığını yapmış bir başbakan bile Vahdettin’in vatansever olduğunu dile getirdi. Hatta daha da ileri giderek Anadolu’daki mücadeleye destek verdiğini de söyledi. 

            Ayrıca Vahdettin yurttan ayrıldığında isteseydi devletin hazinesinden istediği kadar alırdı. Fakat bunu yapmadığı gibi İtalya Kralı Emanuel’in saraylarda kalıp, maaş bağlanması teklifini de üzerinde taşıdığı “Halifelik” unvanından dolayı “Halifeyi gayri Müslimlere muhtaç ettirmem” anlayışı ile nazikçe reddeder. Kendisinin para işlerine bakan Fahri Bey; “Bu kadar ikramı reddediyorsunuz, herhalde mutfağınızda kuru soğan dahi kalmadığını bilmiyor musunuz” diyerek ikramları kabul etmesini söyler.

            Vahdettin tüm bunları reddeder ve yokluk içinde 16 Mayıs 1926 günü San Remo’da vefat eder. Çevredeki borçlarından dolayı cenazesi rehin alınır. Suriyeliler cenazeye sahip çıkar ve Şam’a götürülür. Orada Yavuz Sultan Selim Camii haziresine defnedilir. Daha sonra Suriye ve Mısır Müslümanlarından toplanan para ile Padişahın borçları ödenir.

            Durum ne olursa olsun, Padişah Vahdettin’in, Mustafa Kemal’e vapur tahsis edip emrine yeteri kadar asker, mürettebat ve ödenek vererek 9. Ordu Müfettişliği gibi bir görevle Samsun’a gönderdiği sabittir. Milli mücadeleden sonra Vahdettin’in kaçmak zorunda kaldığı aşikârdır. Çünkü kalsaydı ya idam edilir ya da ülke içinde fitneye sebep olurdu. Her halükarda Padişah yalnız bırakılmıştır.

            Bu konuda Murat Bardakçı araştırmalarda bulunmuş ve kendisinin söyledikleri her iki kesimce de kullanılmaktadır. Ancak kendisinin, bu konuda en son vardığı kanı; “Atatürk’ü o zamanki devlet aklı gönderdi, bu bir devlet operasyonu idi” şeklinde olmuştur. Yine kendisi; “Vahdettin yanlış bir zamanda iş başına gelen, birçok yanlış kararlar alan ama hain olmayan bir padişahtı” diyor. Son olarak idarede hatalar yapmış ama hain olmayan bir devlet başkanı tanımlaması yapıyor. Kendisinin “Bu bir devlet operasyonu idi” şeklindeki açıklaması şöyle bir soruyu gündeme getiriyor. O zamanki devletin başı Vahdettin olduğuna göre, bu operasyonu gerçekleştiren kişi padişah olmuyor mu?

    Benim derdim Vahdettin’i savunmak ve Atatürk’e saldırmak değildir. Mesele tarihi gerçeklerin ortaya çıkmasıdır. Tam olarak aydınlanmak belki de Vahdettin’in hatıralılarının yayımlanması ile mümkün olacaktır. Çünkü bizler Nutuk’a, dolayısıyla Atatürk’e söz hakkı verip, karşı tarafı dinleme imkânı bulunmadan tarihi yargılara ulaşmaya çalışıyoruz. Sokaktan birini çevirip, yaptığımız bu yöntemi ve vardığımız yargıyı söyleyecek olursak, bize hatalı davrandığımızı söyleyecektir.      

   Vahdettin’in en çok eleştirildiği icraatlarından biri de Atatürk için çıkardığı idam fermanı hususudur. İdam fermanı ile ilgili birçok görüş ve kanaat var. Kimi bunun bir taktik olduğunu, İngilizleri oyalamak amaçlı yapıldığını beyan eder. Kimine göre fermanın aslı yoktur, düzenlenen ferman sahtedir. Bütün bunlar bir kenara, biz idamın mantığına dönelim. Vahdettin, bir görev ile Atatürk’ü Samsun’a göndermiş ama O, neticesi Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Batı’nın istediği tarzda bir devletin kurulması yönünde adımlar atarak, Vahdettin’in emirlerinin dışına çıkmış, yani o zamanki devlet idaresi ile ters düşmüştür.

 Neticede Padişah da bu duruma seyirci kalmamış, emirlerinin dışına çıkan Komutanı ile ilgili bir karar almıştır. İngiliz zırhlısı ile kaçışına gelecek olursak; eğer kaçmasaydı iç savaş çıkma ihtimali vardı. Bu da binlerce vatan evladının kanının akması anlamına geliyordu.  

  Gönül ister ki tarih tüm açıklığı ile aydınlansın. Ve yine gönül ister ki; tüm taraflar ideolojilerini bir kenara atıp, tarih ilminin kuralları çerçevesinde bilgilerini paylaşsın.