İnsanın kalbinde sonsuz sayıda sevgi veya nefret hücresi, penceresi vardır. İnsanın annesini sevmesiyle kalp dolmaz. Aynı zamanda babasını, eşini, çocuklarını ve dahi sonsuz sayıda kişi veya eşyayı sevebilir. Ha keza aynı şeyi nefret için de söyleyebiliriz.

Demem o ki, bir Kürdün Kudüs’ü sevmesi ile kalbi tıkanıp kalmaz. Hem Kudüs’ü, hem Amed’i ve de Mekke, Medine, İstanbul’u sevebilir. Kısacası İslam’a beşiklik veya başkentlik yapmış tüm şehirleri sevebilir. Cudi dağı kadar Amed’i, Uhud Dağı kadar Medine’yi sevmesinde bir beis yoktur.

İsterseniz burada dinlediğim bir anekdotu sizlerle paylaşayım. Bir tanıdığım Bodrum’da, elbise satın almak için giyim mağazasına girmiş. Bu arada cep telefonu çalmış. Kürtçe konuşunca mağaza sahibi onu üst kata davet etmiş. Bizimkisi biraz endişelenmiş; ama mağaza sahibinin peşinden üst kata çıkmış. Duvarda asılı büyük bir Türkiye haritasının önünde durmuşlar. Adam eliyle işaret ederek; “Siz Kürtler, bu haritadan nereleri istiyorsunuz diye sormuş. Arkadaş; “Valla abi biz güzelim Bodrum’u, Marmaris’i Alanya’yı bırakıp nereleri isteyelim ki? Gösterdiğin haritanın hepsini istiyoruz” demiş.

Kısadan hisse; Mekke, Medine, İstanbul, Kudüs ve dahi Amed, hepsi bizimdir. Son yıllarda ulusalcı Batı zihniyetinin aramıza koyduğu ayrıcalık gayrıcalık nedeniyle bu gün bölük pörçük durumdayız. Elbette ki herkes memleketini sever. Herkesin vatanı kendisi için özeldir. Bu baptan Amed’in yaşadığı sorunların farkında olarak, orayı ayrı bir severiz. Ama bu kalbimizdeki sevgi kapakçıklarını doldurmaz. Aynı zamanda Kudüs’ü de severiz.

Son zamanlarda ulusalcı Kürtler, sık sık Kudüs ile Amed’i kıyaslayarak, Kürtlerin Kudüs hassasiyetini sorgulamaktadırlar. Her şeyden önce ulusalcı bir kafadan, beynelmilel İslami düşünce beklenemez. Çünkü bu zihniyet, ulusal sınırlar ile sınırlanmıştır. Kendi çizgisinin dışına taşamazlar.

Oysa İslam, milletler üstü bir düşünce sistemidir. Bu düşünce kendi sınırları ile değil, tüm kâinat ile sınırlıdır. Buna göre milletleri, dilleri Allah yaratmıştır. Dolayısıyla herhangi bir dilin inkârı, Allah’ın yaratma fiilinin inkârı anlamında değerlendirilir. Dolayısıyla Kürtçe’nin inkârı bahsi geçen yaratma fiilinin sorgulanması anlamındadır. Aynı zamanda haksızlık karşısında susmamayı, zulme rıza göstermemeyi temel prensip edinen bu din, dünyanın neresinde bir mazlum varsa, onun yanında olmayı da gerektirir.

Bu arada Kudüs meselesi milli, ulusal, netewî bir sorun değildir. Akidevi bir meseledir. Çünkü burası peygamberlerden son Peygambere el değiştirerek gelmiş mukaddes bir mekândır. O kadar kutsaldır ki, Allah, son Peygamberini buradan katına çıkarmıştır. Dolayısıyla bu sorun israil-Filistin halklarının sorunu değil, imani bir meseledir.

Orada Filistinlilerin yerine hangi kavim olursa olsun, israil’in karşısında o kavmin yanında olmak gerekirdi. Hem biliyor musunuz, Filistinliler Ege göçleri sonucu bölgeye dışardan gelen Pelest isimli bir kavimden gelmektedirler. Tarihte Ege Göçleri denilen halk hareketleri, MÖ. 13. yüzyılın son çeyreği ile 12. yüzyılın ilk çeyreğinde olmak üzere, iki ayrı zamanda gerçekleşmiştir.

Yani demem o ki Filistinlilerin o topraklarda tarihi İslam ile başlamamış, İslam’ın gelişinden binlerce yıl öncesine dayanır. Öyle ki Ege göçleri sonucu gelip bu topraklara yerleşen Pelestler yani Filistinliler, Hz. Musa (as)’dan önce bu topraklardaydılar. Çünkü Hz. Musa (as) Mısır’dan çıkıp, 40 yıl süren bir yolculuktan sonra bölgeye geldiğinde, burada Pelestler oturuyordu. Hz. Musa (as)’ın vefatından sonra başa geçen İbrani liderler, 150 yıllık bir mücadeleden sonra buralara hâkim olabilmişlerdi. (Prof. Dr. Ekrem Memiş, Ege Göçleri’nin Tetiklediği Diğer Göç Hareketlerine Kısa Bir Bakış, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, Cilt : 7 Sayı : 19 Sayfa: 148 - 162 Eylül 2019)

O gün Hz. Musa (as)’ın yanında durmak nasıl akidevi bir mesele ise, bu gün de Hz. Peygamber (sav)’in yanında durmak aynı akidenin tezahürüdür. İslam’ın gelişi ile yaşanan Müslümanlaşma hareketi sonrası, söz konusu diyara İslam hâkim olmuştur. Emevî, Eyyubî, Mumlüklü, Selçukî, Osmanlı izlerini taşıyan bölge öz be öz İslam’ın yurdudur. Dolayısıyla bir Kürd’ün burayı sahiplenmesi Müslümanlığının gereğidir.

Hem Kürtler Selahaddin’in torunları değil midir?