1990’lı yıllar diyoruz ya aziz kardeşlerim, ara ara hatırlamak ve dahası hiç unutmamak, unutturmamak gerekiyor. O yıllarda iman, avuçta kordan bir ateşti. Bıraksan iman gider, alsan elin yanardı. Mübalağa ettiğimi sanmayın, elinizle birlikte vücudunuz da yanardı.
Ramazan ayı münasebetiyle yazıdğım bu ikinci yazımda, sizleri bir nebze de olsa o yıllara götürmek istiyorum. Kendilerince küçültme edatlı olarak kullandıkları “Sofik” lakaplı İslam referanslı bir hayata talip olanların, davalarından vazgeçmedikleri için baskıya alındıkları, İslami yaşamda inat ettiklerinden ambargoya tabi tutuldukları o yıllara.
Tarihin tekerrür etmesi göz önüne alındığında, her daim İslam davasının ağır yükünün altına girenlerin, uğradıkları bir imtihandı ambargo. İdil’de yaşayan İslami davanın aziz müntesipleri için de ambargo kararı alınmıştı. Bu kararlara göre;
- Bütün herkes onlarla sosyal ilişkilerini kesecek,
- Hiç kimse onlara bir şey satmayacak veya onlardan bir şey almayacak,
- İlçeler arası yolcu taşıyan hiçbir şoför, onları minibüslerine bindirmeyecek,
- Değirmen sahipleri onların buğdaylarını öğütmek için almayacak,
- Her aşiret kendi elamanına baskı uygulayacak ve onu davasından vazgeçirecek,
- Hiçbir fırın onlara ekmek satmayacak,
- Mahalle aralarındaki tandırlarda ekmek pişirmelerine izin verilmeyecek,
- Yine mahalle aralarındaki çeşmelerden veya kuyulardan su almalarına izin verilmeyecekti.
Biliyorum, alınan kararlar sizlere hiç yabancı gelmedi. Siyerin altın sayfalarını andıran bu kararlar, 1990’lı yıllar dediğimiz o ağır imtihanlı zamanlarda, İdil’de uygulandı.
O yıllarda İdil’in çeşitli mahallelerinde su çeşmeleri bulunuyor, ahali bu çeşmelerden su ihtiyacını karşılamaya çalışıyordu. Çarşaflı bir bayan su almaya gittiğinde, çeşme başındaki kadınlar onu kovuyor ve su almasını engelliyorlardı. Ya da mahalledeki tandıra gidip ekmek pişirmeye çalıştığında, aynı şekilde tandırın başından kovuluyordu. Bu şekilde çeşme başından veya tandırdan kovulan çarşaflı bir kadının peçesi daima ıslak olurdu. Çünkü gördüğü muameleden dolayı evine ağlayarak dönüyordu.
Tabi evde çocuklar açtı. Onlara ekmek yapmak lazımdı. Bir süre yakın akrabalar tandırlarda yardımcı oldular. Kendilerine yapıyormuş gibi, onlara ekmek pişirmeye çalıştılar. Fakat can güvenliklerinden dolayı korkmaya başladılar. Bu nedenle onlar da yardımlarını kesmek zorunda kaldılar.
Buna benzer durumlar kuyu başlarında da yaşanıyordu. Bazı şahısların avlularında, su ihtiyaçlarını giderdikleri kuyuları vardı. Tabi bütün mahalleli, ev sahibinden izin almadan, o kuyulardan kovalarla çekmek ve bidonlarını doldurmak suretiyle, suyu evlerine götürüyorlardı.
Her mahalleli gibi çarşaflı bir kadın da, yan komşularının avlusunda bulunan kuyudan su temin etmeye gitmişti. Yanında taşıyabileceği ağırlıkta bir bidon vardı. Kova ile suyu çekip bidonunu yarılamışken, evin hanımı onu görmüş. Şöyle iyice bir bakmış. Evet, çarşaflı bir kadın kuyudan su çekiyor ve böylece ambargoyu deliyordu. Hemen yanına gelip; “Sizin bu kuyudan su almanız yasaklanmış” deyip, bidondaki suyu kuyuya geri boca etmiş. Çaresiz kalan çarşaflı kadın yüzündeki çarşafı ıslatacak kadar ağlamıştı.
Akşam durumu kocasına anlatan bacı; “Artık buralarda barınamayız. Şöyle kuru ekmek bulabileceğimiz bir yere taşınalım” dedi. Anlaşılan hicretten başka bir imkan kalmamıştı. Mecburen bir kamyon bulup, eşyalarını yüklemeye başladılar.
Taşınırken, evde 15 kiloluk bir peynir bidonunu bulan muhacir adayı, annesine seslenerek; “Anne bu peynir sizin herhalde. Biliyorsunuz yabancı diyarlara gidiyoruz. Peynirimiz de kalmamış. Ramazan ayı da yaklaşıyor. Müsaadenle bu peynir bidonunu alalım. Şöyle sahurlarda çocuklar peynir yesinler” demiş. Annesi; “Size herhangi bir yiyecek malzemesini vermemiz yasaklanmış. Bu peyniri alamazsınız.” diyerek bidonu oğlunun elinden almış.
Normal şartlar altında insanlar taşındıklarında birbirlerine yardımcı olurlar. Ama burada hemen hemen hiçbir yiyeceği olmayan aileden, küçük bir bidon peynir esirgeniyordu. Hem de annesi tarafından. Torunlar bu şekilde babaannelerine bakarak gitmişler.
Tandırlardan men edilenler, fırınlardan ekmek almaya çalıştıklarında, bu kez fırıncı tanıdığı kişilere ekmek vermiyordu. Çok acı idi ama bu kişiler için ekmeksiz ve susuz günler başlamıştı. Ekmeksiz derken mutlak manada, bildiğimiz ekmeğin yokluğundan bahsediyorum. Bunca teferruatlı yazmamın nedeni, o günleri yaşamayan yeni neslin, konuyu bütün çıplaklığı ile anlamaları içindir.
Örneğin; bir avluda üç aile kalıyordu. Abdullah, Mehmet Ali ve Osman. Abdullah’ın iki hanımı vardı ve ailesi kalabalıktı. Yiyecek bir şeyleri yoktu. Çocukları açlıktan ağlaşıp duruyorlardı. Onları makam odasından izleyen İlçenin PTT Müdürü çocuklara acımış. Gidip fırıncıdan bir çuval ekmek istemiş. Amacı bu ekmekleri bir şekilde çocuklara ulaştırmaktı. Çuvalı almış almasına da ailelere nasıl ulaştıracağını bilmiyordu? Ekmek çuvalını duvardan avluya atmaya karar vermiş. Şöyle etrafına bakmış. Sokağın başını sonunu kontrol etmiş. Hiç kimsenin olmadığı bir anda pat diye çuvalı avlu duvarından içeri atmış.
Biraz ses çıkararak avluya düşen bir çuval. Abdullah, Mehmet Ali ve Osman, korkudan irkilmişler. Acaba bomba olabilir miydi? Uzunca bir odun ile kontrol etmişler. Şöyle sağa sola doğru yatırmışlar, patlamayınca yanına yaklaşmışlar. Çuvalı açtıklarında bir de ne görsünler? Bir çuval dolusu ekmek.
Aman Allah’ım..! Açlıktan nefesleri kokan çocukların hepsi birden saldırmaya başlamış. Ama Abdullah zehirli olabilir diye onları yemekten alıkoymuş. Elde bir çuval taze fırın ekmeği var ama yiyemiyorlar. Ekmek onlara, onlar ekmeğe bakakalmışlar. Tam bir işkence. En sonunda Mehmet Ali; “Ben bir parça yiyeyim, biraz bekleyelim, eğer bana bir şey olmazsa siz de yiyin” demiş ve bir parça yemiş. Bir süre zehirin etkisini göstermesi için beklemişler. Fakat bir şey olmayınca, çocuklara yiyebilirsiniz diye izin vermişler.
Özelikle yukarıda ismi geçen Abdullah, iki evli ve kalabalık bir nüfusa sahip olduğu için epey darda kalmıştı. Evi çarşıda olduğu için esnaf onun çocuklarını tanıyor ve onlara bir şey satmıyorlardı. Bir gün çocuklarından biri elindeki 50 TL. (O zaman kuruş yoktu) ile bir topitop almak istemiş. Evlerinin hemen yanındaki bakkala gitmiş. Bakkal onu tanımamış. Tabi bakkal gelen çocuğun kimin oğlu olduğunu bilmediği için, istediğini vermiş.
Bu çocuğa bir şeyler sattığını, dolayısıyla ambargonun delindiğini görenlerden biri, bakkalı hemen uyarmış. Bakkal, çocuğun peşinden koşup, parayı ona vererek topitopu elinden almış ve: "Al paranı ver topitopu. Evimi, dükkânımı tehlikeye atamam.” demiş. Tabi çocuk elindeki şekerin alınmasından muztarip ve ağlamaklı bir sesle; “Hay ben senin…” cümlesini tamamlamış.
Sadece olay bu kadarla da bitmiyordu. Büyükleri tarafından yönlendirilen çocuklar, sokakta geçen bu ailelerin ferdlerini taşlıyorlardı. Bu satırların yazarının konu ile ilgili bizzat şahit olduğu olaylar var. Örneğin ben bir gün sokakta yürürken, bir kadın bana dönüp, kötü kötü sözler etmişti. Kadındır diye cevap vermeden gitmiştim.
Yine bir gün evimizin yanından geçen Osman isimli şahsın, çocuklar tarafından taşlandığına şahit olmuştum. Osman dönüp kendilerine bağırdığında, çocuklar dağılıp gidiyorlardı. Sonra yürümeye devam edince, Osman’ı taşlamaya devam ediyorlardı.
İslam’ı dert edinmiş köylerde de durum aynıydı. Buğdayları olmasına rağmen değirmenler, ambargo şartları gereği, buğdaylarını öğütmüyorlardı.
Ambargo bir kaç yıl devam etti. Tabi her yılın Ramazan ayı çok zor şartlar altında geçiyordu. Ramazan orucu çekilen çileyi katmerleştiriyordu. Aileler bu duruma bir çare bulmak zorunda idi. Çaresiz çoktan beridir kullanmadıkları, iki yuvarlak taşın üst üste konulmasından oluşan el değirmenlerini depolarından çıkardılar. Erkekler buğdayları öğütüyor, ince bulgur gibi ufalanan buğdayları, kadınlar ekmek yapıyordu.
Mutlak manada ekmek ve suyun olması iftar ve sahur için yeterli görülüyordu. Kimsenin salça, yağ, baharat gibi lüks gıda malzemesi isteme gibi bir dertleri yoktu. Yeter ki iftarda su ve ekmek olsun. Tabi aynı şey sahur için de geçerliydi. Bereket versin geçmiş senelerden kalma buğdayları vardı.
Hacı Abdülhamit isimli arkadaştan dinlemiştim. Bir kaç kişi ile kaldıkları bir yerde, sadece bulgur yiyerek iftar ve sahur ediyorlarmış. Tabi bulgurun içine konacak yağ olmadığı için; su, tuz ve bulgurdan oluşan menu ile idare etmişler.
Ara ara Midyat’tan bazı şahıslar minibüslere yükledikleri un, tuz vb. temel gıda maddelerini, bu şahısların kapılarının önüne koyuyorlardı. Ev sahipleri kendi aralarında şakalaşıp, “Hazreti Hızır” sizlere gıda getiriyor, artık afiyetle yiyin” diyorlardı.
Bazen İlçede bunca zulmü hoş karşılamayanlar çok gizli bir şekilde bu evlere yardım malzemesi yetiştiriyorlardı. Gizliden gizliye ekmek alıp, onların avlulularına atıyor veya kapılarına un, yağ, şeker, tuz vb. gıda malzemesi koyuyorlardı.
Bu şekilde gıdasız kalan ailelerden biri de Ekrem Baştuğ’ların evi idi. Öyle ki yiyecek hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bir de Ramazan orucu başlayınca çok daha zorlu bir sürece girildi. Ekrem’lerde sadece yarım çuval pirinç kalmıştı. Bu yarım çuval pirinci, pilav olarak pişirip, iftar ve sahurda iki öğün olarak yiyorlardı.
Onların da herkes gibi gözü “Hazreti Hızır”da idi. Birilerinin kapılarına gıda malzemesi koymasını bekliyorlardı. Midyat’ta İslami hassasiyetleri olan bazı aileler, kendi aralarında gıda maddesi alıp, tespitli olan İdilli ailelerin kapılarına gizliden gizliye bırakıyorlardı.
Nitekim Ekrem’lerin evindeki pirincin bitmesine yakın, kapıya bir çuval gıda malzemesi konulmuştu. Aile gökyüzünden meleklerin yardıma geldiklerine inanıyordu. Ya da Hazreti Hızır dedikleri olay doğruydu. Neyse onlar gelen gıda malzemesi ile iftar ve sahur yapmaya başladılar.
Ambargo yıllarında, Ramazan ve Kurban Bayramları da bayram olmaktan uzaktı. Çünkü bu aileler için şekersiz, çikolatasız geçen bayramlar olarak biliniyorlardı.