Birinci Haçlı seferinde Hristiyanlar; Urfa ve Hatay’da kontluklar kurup, Kudüs’ü 461 yıllık aradan sonra ele geçirdiler. Kudüs’ü ele geçirdiklerinde yaptıkları vahşeti, bizzat kendi tarihçileri kayda aldılar. Örneğin; Müslüman çocukları kebap yapıp, yediklerini bahsettiğimiz bu tarihçilerden okuyoruz.

Kudüs, 88 yıl Haçlıların işgali altında kaldı. Sonra Selahaddin diye yiğit çıktı Kürtlerin arasından. Kudüs’ün Hıristiyanların elinde kalmasını bir türlü hazmedemiyordu. O zamanlar en çok konuşulan konuydu Kudüs’ün kurtarılması. O’nu görenler hep kederli, mahzun ve son derece üzüntülü bir halde olduğunu ve doğru dürüst yemek yemediğini, pek gülümsemediğini söylerlerdi.

O’na bu halinin nedenini soran birisine şöyle demişti: “Kudüs şehri ve Mescid-i Aksa haçlıların işgali altında olduğu müddetçe, ben nasıl olur da gülebilirim, sevinebilirim ve istediğim gibi rahatça yemek yiyebilirim? Hele hele gözüme nasıl uyku girebilir?”

İşte 461 yıl İslam sancağı altında özgürce yaşayan bu mübarek belde, Haçlılar tarafından böyle işgal edilmiş iken, 88 yıl müddetle İslam ümmeti bu işgalin sona erdirilmesi için bütün gücü ile gayret sarf ederek aralarından Selahaddin diye bir kumandan ve lider çıkarmışlardı. 1187’de Hittin Zaferi’nden sonra Kudüs tekrar fethedildi.

Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkan Osmanlı’da kurtuluş için çareler aranıyordu. Anadolu halkı Urfa Antep, Maraş gibi yerlerde kahramanlıklar sergiliyorlardı. Ama kurtuluşun arkasından gelen laik rejim her tarafta rahatsızlıklara neden oluyordu.

Şeyh Said bu rahatsızlığını, 13 Şubat 1925’te Cuma günü Piran Camisi’ndeki vaazında şu şekilde dile getiriyordu: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Başkanlığı kaldırıldı ve din mektepleri Milli Eğitim’e bağlandı. Gazetelerde bir takım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bu gün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim.” (Hakan Kutlu, Şark İstiklal Mahkemesi’nde 1925-1927 Döneminde Takrir-î Sükun Kanununun Uygulanması, Yüksek Lisans Tezi, T.C. İnönü Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı, Malatya 2007, s.72-73)

İşte bu düşünce ile hareket eden Şeyh Said, kıt imkânlarla büyük bir gücü karşısına alıp, İslam’ın ihyası için hazırlıklara başladı. Kıyama başlayacağı esnada, işin zorluğunu abisine hatırlatmak isteyen Şeyh Bahaddin’e verdiği cevapta, amaçlarını tekrar dile getirdi. Zira Şeyh Bahaddin, güçlerinin az olduğunu, eğer bu harekete başlanırsa namusun çiğneneceği endişesini dile getirmişti. Şeyh Said kardeşine şu cevabı verdi:

“Bahaddin, ben biliyorum biz bunlarla başa çıkamayız. Bunlar güçlüdür, orduları çoktur. Ama ben yarın mahşer yerinde, Resul-i Ekrem’in huzurunda, Peygamberi Ekber benim sakalımdan tutar, ey Said neden küfre kıyam etmedin derse, ben ne cevap vereceğim.” (Adem Karataş, Şeyh Said, Sena Basımevi, Konya 1993, s.9)

Sonrası malum. Şeyh Said ve 46 arkadaşı darağaçlarında sallandırıldı. Böylece Coğrafyamız uzun sürecek bir sessizliğe gömüldü. Çünkü kıyam sonrası işlenen cürümler, yapılan katliamlar bir sükûnet dönemini zorunlu hale getirmişti.

Aradan uzun yıllar geçti. Özellikle Kürt bölgelerinde solcu hareketler almış başını gidiyordu. İslami kesimin tam da bir teşkilata ihtiyaç duyduğu yıllardı. Tarih tekerrür edecek miydi acaba? Böylesine zor zamanlarda birileri çıkar ümmete önderlik ederdi genellikle.

O da birçok akranı gibi Ankara’ya üniversiteye okumaya gidiyordu. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesindeki muhit genellikle solculardan oluşuyordu. Deniz Gezmiş öğrenci hareketlerinin lideri konumundaydı. Abdullah Öcalan’ın sonradan yaptıklarını az buçuk herkes biliyor.

Bir tek sahipsiz kalan Müslüman camiaydı. Şeyh Said zamanında mücadele ağacımız köküne yakın bir yerden kesildiği için tekrardan toparlanmak ve teşkilatlanmak çok zordu. Fakat o zor zamanların adamıydı. Okuldan mezun olduktan sonra bürokrat olmak ile İslami çalışma yapmak arasındaki tercihini Allah’ın dininden yana kullanan söz konusu lider, uzun zamandır hasreti çekilen bir camianın teşekkülü için kolları sıvadı.

Ona göre İslam ümmeti âlim ya da kitap sıkıntısı yaşamıyordu. Esas problem kayıtlardaki bilgilerin pratiğe aktarılması idi. Yani her bir Müslümanın hayatı bir kitaba konu oluşturacak türden olmalıydı.

İşte Diyarbakır Kutlu Doğum alanını dolduran kalabalıklar bu tür bir endişenin sonucudurlar.

Selam olsun.