Sabah namazı vakti.

Yer; Diyarbakır.

            Bağlar İlçesi, Kaynartepe Mahallesinin Bedir Camisine, sabah namazı için giden Hacı Ahmet ve komşusu Sinan, sohbet ede ede ilerliyorlardı. Hacı Ahmet, sakallı, külahlı, isminden de anlaşılacağı üzere Hac yapmış, beş vaktini camide cemaatle eda eden biri.

            Sinan ise genç bir üniversite öğrencisi. Öyle her zaman camiye gidecek vakti yok. Mümkün mertebe sabah ve akşam vakitlerinde camide cemaatle namaz kılardı. Hatta fırsat buldukça akşam namazından sonra camiye toplanan gençlere Kur’an dersi verip, siyer üzerine hasbihal eden bir genç.

            Sabah namazı vakti olduğu için, sokakta hiç kimse yok. Ayrı kuşaktan iki kişi tak tak ayak sesleri ile yol alıyorlar. Hacı Ahmet söz alıyor: “Oğul, Tayyip’in askerleri Suriye’ye girmiş. Kürtleri yok ediyorlar. Sivilleri katlediyorlar. Camide Kürtler için dua edeceğim.”

            Sinan: “Amca, Tayyip’i çok sevdiğimden değil, hatta birçok konuda kendisini eleştiririm ama bu dualarında yer vereceklerini tanıyor musun? diye sordu. “Tanıyorum tabi, bizim Kürtler işte” dedi Hacı Ahmet.

            Sinan tekrar söz aldı: “Mesele, bizim Kürtler deyip bitmiyor amca. Bunlar Kürtlerin marksist/sosyalist kesimini teşkil ediyor. Kurmak istedikleri devlette İslam diye bir şey olmayacak. Amerika’dan aldıkları silahlar ile kendileri gibi düşünmeyen binlerce Kürde kıydılar. Belki dağdaki veya Rojava dedikleri yerdeki yapılarını görmüyorsunuz. Peki, siyasi uzantılarını da görmüyor musunuz? Aralarında böyle senin gibi camiye giden kaç kişi var? Partilerindeki kadın ve kızların hangisi senin ailen gibi giyiniyorlar?”

            Hacı Ahmet sakalını kaşıdı, düşündü, taşındı, kaşlarını çattı, şöyle bir baktı ve: “Ben onu bunu bilmem. Mesele Kürt-Türk meselesi ise kendi milletimin yanında olmam gerek.” diyerek kestirdi. 

Birlikte camiye girdiler. Sabah namazının edasından sonra dua faslında, Hacı Ahmet ellerini havaya kaldırıp, kendi milleti diye Sosyalist Kürtler için uzun uzun dua etti.

            Yine sabah namazı vakti.

Yer; İstanbul.

            Zeytinburnu Veliefendi Mahallesinde bulunan ve kumar amaçlı atların koşuşturulduğu hipodromun arkasına düşen camiye, Süleyman efendi ile mahalleden komşusu Hakan bey sabah namazına gidiyorlar.

            Yine ortalıkta kimse yok. Hipodromu geçince karanlık caddeyi bir bankanın ışıkları aydınlatıyordu. Banka faizlerinin yüzdelik dilimlerini gösteren reklam panoları sayesinde yollarını daha iyi seçebiliyorlardı.

            Biraz ileride bir grup genç gördüler. Kızlı erkekli bir grup. İçkili oldukları her hallerinden belli. “Geceden kalma bu gençler, içkiye verecek bunca parayı nerden buluyorlar” diye düşündü Süleyman Efendi. Belli ki biraz ilerideki gazinodan çıkmışlar.

            Gazinonun önünden geçtiklerinde yine reklam panoları ile karşılaştılar. Yarı çıplak dansöz kıyafetli genç kızların arzı endam edildiği bu reklam panolarının ışıkları da yollarını aydınlatıyordu. “Ne hallere düştük” dedi Süleyman efendi. Hemen arkasından Hakan bey; “Bir de gece yarısı buradan bir geçseniz. Bazen işten geç çıktığımda buradan geçmek zorunda kalırım da. Burası tam bir fuhuş merkezi olarak kullanılıyor.”

            “Vah ki ne vah! Ülkemizde içki de, faiz de, zina da resmi kanunlar çerçevesinde yapılıyor kardeşim.  Osmanlı torunuyuz diye atıp tutsak da, yaşantımızın İngilizlerden veya Fransızlardan bir farkı kalmamış.” diye karşılık verdi Süleyman bey.

            Birlikte adım attılar camiye. Hoca vaaz ediyordu. Vaazın bitiminde dua faslına geçildi: “Ya Rabbi! Mehmetçiğimizi Suriye’de Fetih Suresi ile destekle. Peygamber Ocağının bu neferlerine zaferler ver. İslam’ın bu son ordusuna galibiyet ver.”

            Süleyman Efendi ile Hakan Bey, elleri havada gönülden “Amiiiin” dediler.