İlkokula başladığımızın ilk günü, bizleri üç sıra halinde, üst sınıfların hemen yanına dizdiler. Kalın bıyıklı biri, anlamadığımız bir dilde bir şeyler söylüyordu. Sonradan ona “Müdür” dendiğini öğrendik. Biz müdürün unvan değil, bir isim olduğunu zannediyorduk. Çok sonradan o müdürün de bir isminin olduğundan haberdar olduk.  

Tabi okulun açılış günü ve bizler ayakta bekliyoruz. Ürkek ürkek etrafı izliyoruz. Okulun giriş kapısının önünde, üç basamak yüksekliğindeki yerden konuşmasını bitiren kalın bıyıklı müdürden sonra, bir kız çocuğu çıkıp bağırmaya başladı. Herkes söyleneni tekrar ediyordu. Biz hala durumu anlamaya çalışıyorduk. Meğer buna da “Andımız” diyorlarmış.

Sınıflarımıza alındığımızda, karşımızda “Öğretmenim” diye hitap ettiğimiz biri vardı. Yine anlamadığımız o dil ile bizlere hitap ediyordu. Aval aval kendisine bakıyorduk. O da anlaşılmadığının farkında olacak ki, ara ara mimik ve el kol hareketleri ile söylediklerini anlaşılır hale getirmeye çalışıyordu.

Aradan birkaç ay geçtiğinde; sabahları “Günaydın” öğleden sonraları ise “Tünaydın” demeyi öğrenmiştik. Ama hala öğretmenimizin söylediklerinin büyük bir kısmını anlamıyorduk.

Sınıfımızda, ilçeye görev icabı gelen polis ve subay çocukları da vardı. Onlar öğretmeni anlıyor ve defterlerine söylenen çizgileri veya harfleri muntazaman yazıyorlardı. Bizler öğretmenin bize verdiği talimatları uygulamak için, kafamızı uzatıp uzatıp, bu Türk arkadaşlarımızın yaptıklarının aynısını yapmaya çalışıyorduk.

Çat pat Türkçeyi öğrendiğimizde ise çok geçti. Çünkü üst sınıflara geçmiştik. Yeni yeni dersler işliyorduk ki, hala biz Türkçeyi öğrenme çabası içerisindeydik. Öğretmen soru sorduğunda, cevabını bildiğimiz halde kendimizi ifade edememenin acziyeti ile parmak kaldırmıyorduk. Ama bahsi geçen Türk arkadaşlarımız “Öğretmenim, öğretmenim ben cevap verebilir miyim?” diye parmaklarını havaya kaldırıyorlardı.

Liseyi bitirene kadar da bu ezikliği hep yaşadık. Artık biyolojide terliksi hayvanları,  matematikte ise logaritmayı işliyorduk; ama bir türlü tahtaya kalkıp bir problemi çözme cesareti gösteremiyorduk. Çünkü hala bizler için “Ben yarın köyden gelmişiz”, “Ben iyiyiz”, “Sen nasılsınız?” gibi Kaf dağından aldığımız bir dil bilgisi geçerliydi.

Hele hele olmayan Türkçe öğretmenimizin açığını kapatmaya çalışan, yerli vekil öğretmenimizin “Ali çarçiye gitti” cümlesinin özne ve yüklemini bulmaya çalışması, alkışlanacak türden bir çabaydı. Ama nafile branş öğretmenleri ile çok sonradan tanıştık.

12 Eylül sonrasında, okul koridorlarında Kürtçe konuştuk diye dayak yediğimiz zamanları, o zamanki öğrencilere hiç kimse unutturamaz. “Teneffüsün bitmesine kaç dakika kaldı?” diye sormamızın bedeli, ensemize yediğimiz bir şaplak ile birlikte; “Biz, size okul içerisinde Türkçeden başka bir dille konuşmak yasaktır demedik mi?” şeklindeki bir soru oluyordu.    

Kürt olup, okula Türkçeyi bilmeden başlamak böyle bir şey herhalde.

Bu yazıyı okuyan Türk kardeşlerimizin empati yapmasını, özelikle istirham ediyorum.

Gelgelim günümüz Türkiye`sine. 15 Temmuz öncesinde atılan adımlar, “Anadilde Eğitim” hakkı gibi üst düzeyde bazı iyileştirmeleri bile düşündürür hale gelmişti.

Nefes aldırma türünden yapılan kazanımlardan geri atmak ve tekrardan Kürt, Arap, Süryani, Ermeni, Laz, Çeçen vb. çocuklara zoraki “Türküm” dedirtmek, Türklüğe bir hizmet değildir. Çocukları yalana alıştırmak ve tepkisel olarak; “Ben de Kürdüm, Lazım, Çerkezim” noktasına getirmektir.

Eski Türkiye uygulamalarının bedelini bu halklar çok ağır ödedi. Danıştay`ın yetki sınırlarını da zorlayarak almış olduğu bu kararın, ülke içinde yeni bir fitne doğuracağı endişesi dahi mevcut.

Bu kararın uygulanması durumunda, Danıştay`ın yeni kararları ile başörtüsünün yasaklanmayacağını kimse garanti edemiyor.

Beyler..!

Bunca yol kat etmişken, yapmayın, etmeyin.