Türkiye ile ABD arasındaki vize krizi derinleşecek gibi görünüyor. Türkiye`nin son dönemlerde ABD ve NATO`dan bağımsız attığı adımların vize krizinin temel sebeplerinden biri olduğu aşikar.

Türkiye-ABD ilişkileri, son dönemdeki en büyük krizlerinden birini yaşıyor. ABD'nin Suriye'de YPG'ye verdiği destek, Gülen`in iade meselesi, Zafer Çağlayan hakkında verilen tutuklama kararı, Türkiye'de tutuklu bulunan ABD'li rahip Andrew, ABD'nin İstanbul Başkonsolosluk görevlisi Metin Topuz'un FETÖ soruşturması kapsamında tutuklanması gibi hususlar ABD-Türkiye ilişkilerini tarihte hiç görülmemiş çok farklı bir boyuta taşıdı.

Bütün bunlar üzerine ABD`nin Türkiye aleyhine aldığı son vize kararı ile Türkiye`nin buna dönük isabetli misillemesi, krizin daha da derinleşeceğinin işaretçisi.

Olayların bu noktaya varmasında ABD`nin dünya jandarmalığına soyunmuşluğunun etkisi var kuşkusuz.

Ancak Türkiye`nin Suriye politikasını ABD`ye rağmen değiştirmesi ile Rusya ve İran`a yanaşarak Avrasya cephesi ile ciddi ilişkiler geliştirmesi esas belirleyici unsur olmuştur.

Astana sürecinin başlatılması ve S-400`ler meselesi de ABD`nin Türkiye`ye karşı çok daha agresif hale gelmesine sebebiyet vermiştir.

Türkiye`nin Astana aktörleri ile İdlib konusunda vardığı mutabakatla asıl hedeflediği şeyin Afrin olduğu biliniyor.

Bu durum, Türkiye`nin ABD ile sıcak bir temas içine girmesine bile yol açabilir.

Hele hele ABD büyükelçisi J.Bass`ın Türkiye`yi açık açık tehdit etmesinden hemen sonra yaşanan Mersin saldırısı fazla söze hacet bırakmamaktadır.

Evet, Türkiye bir bütün olarak bu kaçınılmaz gerçekle karşılaşmak zorundadır.

Bağımsız bir ülke olma yolunda attığı her adım, bu ülkeyi sömürgesi olarak gören ABD`nin örtülü veya açık şiddeti ile karşılaşacaktır.

Türkiye bu badireyi elbette kolay atlatamayacaktır.

Bunun için içerde ve dışarda çok sağlam adımlar atması gerekmektedir.

Bir ilk adım olarak ABD`nin başını çektiği Batı koalisyonunun bu ülkeye dayattığı Laikçilik ve Türkçülük dayatması ile yüzleşmek ve emperyalizme müdahale zemini oluşturan bu açık alanlarını mutlaka kapatmak zorundadır.

Dışarda ise komşuları ile çok iyi ilişkiler geliştirmeli ve mevcut sorunlar ile yaşanabilecek sorunların hiçbirini emperyalizme havale edilecek bir boyuta taşımamalıdır.

Bu ülkede kraldan daha çok kralcı davranarak laikçilik ve Türkçülük dayatması ve ısrarında bulunanların renkleri ne olursa olsun yerli olmadıkları ve uluslararası sisteme yani emperyalist dünya düzenine göbekten bağlı oldukları asla unutulmamalıdır.

Bu kafa yapısının ‘irtica` ve ‘bölücülük` paranoyası ile bizi esir etmesine daha fazla izin verilmemelidir.

Hele hele Kerkük meselesinde yaşandığı gibi “Kürt olmasın da kim olursa olsun!” faşizminden zinhar kurtulunmalıdır.

Bu ülkeyi oluşturan bütün farklılıkların bu ülkeye olan aidiyetlerini pekiştirecek yapısal değişimler yaşanmadığı müddetçe ayakları yere basan bir AB(D) hesaplaşmasından bahsedilemeyeceğinin bilinmesi gerekir.

Beka meselesi burda ve bunda aranmalıdır.

Bu mesele, merhum Akif`in ifadesi ile üç beyinsiz kafanın hastalıklı kaprislerine bırakılamayacak kadar mühim ve hayatidir.