Dün,  Ankara-Adıyaman uçağında idim.

Uçak kalkışa hazırlanırken yan çaprazımda tek başına oturan yaşlı bir teyze ile hostes bayan arasındaki bir diyaloga(daha doğrusu diyalogsuzluğa) şahit oldum.

Hostes hanım, teyzenin elindeki bastonu alıp üst bagaja yerleştirmek için teyzeden bastonunu istedi.

Teyze Türkçe bilmediği için haliyle hostesin ne yapmaya çalıştığını anlayamadı.

Bunu fark eden hostes hanım, işaret dili ile bastonu isteyince teyze:

“Nadim!(vermem)” diyerek talebi geri çevirdi.

Kalkış öncesi son hazırlıklarını yapma telaşesi içerisindeki hostes hanım, biraz da kaşlarını çatarak bir el hareketi ile bastonu almaya çalıştı.

Ama ne mümkün?

Teyze çetin ceviz, eski toprak!

Bastonun ucunu kaldırarak üstü kapalı bir tehdit eşliğinde hostesin hamlesini boşa çıkardı ve:

“Nadim keça min nadim, çima bidim te, ew dest u nigé mine!” dedi. (Vermem kızım vermem, niye vereyim? Bu benim hem elim hem ayağım!)

Bunun üzerine ben tam müdahaleye hazırlanmıştım ki teyzenin hemen arkasında oturan genç bir arkadaş benden önce davrandı.

Teyzeye bastonunun bagaja yerleştirileceğini, ayağa kalkmak istediğinde veya yolculuk sonunda kendisine iade edileceğini güzelce anlattı.

Hostes bayanla arasında oluşan güven bunalımı ve mini kavganın etkisi ile gence şu soruyu yöneltti teyze:

“Té bidî min? (Sen bana vereceksin değil mi?)

“Eré welleh ezé bidim te! (Evet, Vallahi ben sana vereceğim!)”

Bu cevapla yolcuların tebessümü ve hostes bayanın şaşkın bakışları arasında ‘baston krizi` çözülmüş oldu.

Birkaç memur haricinde bütün yolcuların Kürt olduğu bu uçakta anonslar bir de Kürtçe yapılsa ne olur?

Elbette çok iyi olur!

Mardin-Urfa gibi bir vilayetlere Kürtçenin yanında bir de Arapça anons!

Veya Bingöl için Zazaca!

İyi de ya devletin yanlış yerlerde aradığı şu kadim beka refleksi ne olacak?

Sanırım devlet denilen mekanizma ile bu mekanizmayı oluşturan şahısların şu soruya net bir cevap vermeleri gerekir:

Bu tür temel haklar noktasındaki yasakçı tavrımız, gerçekten devletin bekası adına mı, yoksa tekçiliğin bekası adına mı?

Devletin bekası ise cevap, bu hem ilmî, hem İslamî hem insanî hem de tarihî-tecrübî gerçeklere tamamen aykırıdır.

Zira ontolojik anlamdaki bir çeşitlilik ‘küll` olan Allah`ın iradesinin gereğidir.

“Kesret içinde vahdet!(Çokluk içinde birlik)” hem ilahî düzen hem de beşerî sistemler için geçerlidir.

Farklılıkların tabiî mecrasına bırakıldığı toplum veya devletlerin uzun süre yaşadıkları ve güçlendikleri tarihî-tecrübî bir hakikattir.

Osmanlıyı altı asır boyunca yaşatan gerçek budur!

Günümüz modern formları içinde farklılıkları “Birleşik Devletler” haline getiren AB, ABD, İngiltere ve Rusya`nın durumuna bakmak da yeterli olacaktır!

Devlet, kırk yıldır silahlı örgüt PKK`yi bekasına yönelik bir tehdit olarak görüyor.

Son birkaç yıldır ise FETÖ`yü,

Şimdilerde ise doğru bir bakışla bu her iki yapı ve bu yapılara hükmeden güçlerden bağımsız olmadığını düşündüğü Kılıçdaroğlu`nun yürüyüşünü.

Peki, sormak gerekmiyor mu, bu yapılar devlet için beka sorunu haline gelirken nasıl bir sosyolojik gerçeklikten besleniyorlar ki çok ciddi bir taban bulabiliyorlar?

PKK`nin ‘Kürt kimliği ve Kürtçe`yi; FETÖ`nün ‘dini ve dindarlığı`; Kılıçdaroğlu`nun ise ‘adalet`i istismar ettiğine şüphe yok!

Peki ya devletin kurumsal-anayasal olarak durumu nedir?

Din ve dil yasakları devam ediyor mu?

Adalet kavramına takla attıran uygulamaları câri mi?

Bu sorulara “hayır” cevabı verecek olan beri gelsin!

Madem öyle, devletin beka sorununu artık kendi uygulamalarından kaynaklanan sonuçlarda değil; doğrudan kendisine bakan sebeplerde araması gerekir.

Selam ve dua ile…