Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmesi ile ilgili Sn. Erdoğan`ın veya hükümetin kafasında tam olarak ne olduğunu bilen yok.
Daha doğrusu Suriyelilerin mevcut statüsünün de ne olduğuna dair kafalar netleşmiş değil.
Mülteci mi, göçmen mi?
Mülteci, “sığınmacı” kelimesinin eş anlamlısı ve daha çok siyasi nedenlerle daha rahat edeceğini düşündüğü başka ülkelere sığınan kişiler için kullanılıyor.
Göçmen ise “muhacir” kelimesinin Türkçe karşılığı olup yerleşmek amacıyla bir ülkeden başka bir ülkeye taşınan kişi, aile veya topluluklar için kullanılıyor.
Türk Vatandaşlık Kanunu ile İskan Kanunu`nda göçmenler, “Türk soyundan olanlar” ve “Türk kültürüne ait olanlar” şeklinde iki kategoriye ayrılmaktadır.
Türk soylu ve Türk kültürüne ait olmayı da Bakanlar Kurulu değerlendirmektedir.
Balkan göçmenleri bu kanuna göre yurda kabul edilmiştir.
Türk soylu olanların vatandaşlığa geçme işlemlerinde hiçbir kriter aranmazken, Türk soylu olmayanlarda beş yıl ikamet etme ve az da olsa Türkçe bilme şartı aranmaktadır.
Bu durumda hem uluslararası hem de yerel hukuk açısından Suriyelilerin hangi statüde olduğu ve hangilerinin vatandaşlığa geçirilme kriterlerine uygun olduğu henüz netlik kazanmamıştır.
Durum böyle olduğu halde meselenin ideolojik yaklaşımlarla ele alınması, herkesin durduğu politik zaviyeden meseleyi analiz etmeye kalkışması tam bir Türkiye siyaseti klasiğidir.
Bu arada sorular da soruları kovalamakta:
Suriye`de barış umutları tükendi mi?
BM özel temsilcisi Mistura öncülüğündeki görüşmeler akamete mi uğradı?
Hükümet oy endeksli hesaplar peşinde mi?
Aynı gerekçe ile demografik yapıya müdahale mi ediliyor?
“İsrail`le anlaşırım ama Gazze ve Filistin halkını da mağdur etmem” şeklindeki yaklaşımın bir benzeri Suriye için mi düşünülüyor?
Suriye ile de kuvvetle muhtemel ilişki geliştirme sonrası İslam Dünyası`na “En azından halkı mağdur etmedim” mesajı mı?
Sorular çoğaltılabilir.
Bu soruların bir kısmi absürt, bir kısmının ise geçerlilik payları da olabilir.
Ancak hiçbir şey, mevcut durumun bir mağduriyet ve bunun da Suriye`deki iç savaşın tabii bir sonucu olduğu gerçeğini değiştirmez.
Arabıyla, Kürdü, Türkmeni, Ermeni ve Süryanisiyle mağdur edilen ve yerlerinden yurtlarından edilen topyekün bir halktan bahsediyoruz.
Ortada çözülmesi gereken üç temel mesele olduğu kanaatini taşıyorum:
Bunlardan birincisi ve en önemlisi meselenin nedenleri ile alakalıdır.
Nedenleri ortadan kaldırmadan sadece sonuçlarla uğraşmak, sorunların nihai ve kalıcı bir şekilde çözülmesine engel olacaktır.
Suriye`deki fitne ateşi sönmedikçe, bu can yakıcı sorunlar ve mağduriyetler “hafizanallah” üçe beşe katlanabilecektir.
O açıdan hükümetin bu ateşi söndürmeye yönelik atacağı her adımı değerli ve olumlu buluyoruz.
İkincisi ise Suriyelilere yönelik yapılacak düzenlemelerdir.
Suriyelilere ibate ve iaşe imkanlarının sağlanması konularında kahir ekseriyet itibarı ile bir sorun olmadığı görülmektedir.
Ancak vatandaşlığa geçirilme ise hem idari hem de siyasi bir konudur.
Hükümetin bu konudaki yol haritasını mutlaka ortaya koyması gerekir.
Bu konuda ortaya konacak eleştiri ve önerileri peşinen mahkum etmek yerine, haklılığı su götürmeyen hususlara mutlaka kulak vermeli ve bu doğrultuda mağduriyeti giderme yoluna gitmelidir.
Üçüncü husus ise, yerleşik halkların hassasiyetlerinin göz önünde bulundurulmasıdır.
Piyasaları allak bullak edecek, vatandaşın sırtına yeni yükler bindirecek, halkın huzur ve emniyetine halel getirecek, “Ben sana vatandaşlık verdim, artık dilencilik mi yaparsın, fuhşa mı bulaşırsın, işçilik ücretlerini mi düşürürsün, kiraları mı yükseltirsin...”
“Sen bilirsin ve ne halin varsa gör” şeklindeki bir anlayış, çözümsüzlüğün ta kendisi olur.
Hele hele “Seçelim, ayıklayalım ya da demografik yapıya daha önceki mübadele örneklerinde olduğu gibi yeni bir format çekelim!” tarzı yaklaşımların son derece yanlış olacağını peşinen belirtmiş olalım.
Selam ve dua ile...