“Alo, HÜDA PAR mı?” diye sordu, karşımdaki bayan sesi.
“Evet, buyurun” dedim.
Duraksadı…
Tedirginliği sesine yansımıştı.
“Antalya`dan arıyorum, arayıp aramamakta tereddüt ettim.”
“Yasin Börü için…”
“Buyurun lütfen” dedim.
“Üç gün önce Yasin`in annesini televizyonda seyrettim.”
“O gün bugündür aklıma geldikçe ağlıyorum.”
“Ben Kemalist`im, beni sevmediğinizi biliyorum.”
“Ama arayıp duygularımı paylaşmak istedim.”
Önce şaşırdım ama hemen toparlanarak teşekkür ettim, duygularımı gizlemeye çalışarak.
Düşüncelerimiz arasında farklılıklar olduğunu, ancak insani hassasiyetler noktasında aynı ortak paydalara sahip olduğumuzu, samimiyetine inandığımızı dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım.
Meryem-96. ayeti hatırladım birden;
“İman edip salih ameller işlerseniz Rahman, sizin için gönüllere bir sevgi koyacaktır.”
“Sübhanallah!” demekten kendimi alıkoyamadım.
Varlık nedeni Yasin ve davasını ortadan kaldırmak olan bir zihniyetin mensubunun gönlüne Yasin`in sevgisini koymuştu Rahman.
Takip eden süreçte kırmızı pasaport oldu “Yasin ve Arkadaşları”
En aykırı ortamlarda dahi “Yasin Börü`nün şeyindensiniz(davası demek istiyorlar) değil mi?”
Evet, deyince kapılar açılıyor ardına kadar.
30 yıllık düğüm çözülüverdi birden.
Kanın kılıca galebe çaldığına bir kez daha ama ayne`l yaqîn şehâdet ettim.
Tam bir yıl sonra, 5 Ekim 2015`te Ankara Adliyesi`nde görülen mahkeme salonuna bu duygular içinde girdim.
Bayanların hemen arkasındaki sırada idim.
Katil zanlıları mahkeme salonuna getirilince herkes gibi benim de duygularım kabardı.
Gerçekten katiller bunlar mı değil mi, bilmeden bir şey söyleyemiyor insan.
Önümdeki sıradan bir kadıncağızın sesi yükseldi:
“Hun bı qanséré kevın, qanséré!”
“Ya Hesenémın Xwedé jı wera nehéle”
(Kansere yakalanırsınız inşaallah,
Hasan`ıma yaptıklarınızı Allah yanınıza bırakmasın!)
Şehid Hasan Gökgöz`ün annesiydi.
Yezid`in sarayında bir tarafta abisinin kesik başına diğer tarafta O`nun katillerine bakmak zorunda bırakılan Zeynep(r.a)`i düşündüm.
Sonra kutsal sırrın hikmetini…
“Sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmedikçe…” ayetini.
Sırr-ı imtihan olmasaydı Âlây-ı İllîyîne çıkan Ebu Bekir`lerle esfel-i safiline derk eden Ebû Cehil`lerin farkı olmayacaktı, diyen Molla Said`in muknî sözlerini…
Şehid Hasan`ın mütebessim sureti geldi gözümün önüne.
Ölümsüzlüğe uçan kuşun kursağından dipdiri ruhaniyetiyle anacığına bakıp tebessüm ettiğini…
“Sabret anacığım, o dert senin dermanındır” dediğini…
Omuzları büken, yürekleri yakan, ciğerleri parçalayan Kelâm`ın yükünü ve ağırlığını…
Kan ile dışkı arasına sütü gizlediği gibi, rızasını kendisi için çekilen acı ve elemin içine gizleyen Ma`bud-u Hakikî ve Yâr-ı Bakî`nin “Küll” olan iradesini…
“Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş”
diyen Niyazi-î Mısrî`yi…
“Hoştur bana senden gelen, ya gonca gül yahut diken,
Ya hil`at u yahut kefen, lütfun da hoş kahrın da hoş” diyen Yunus`u…
“Ey düşmanım sen benim hem ifadem, hem hızımsın,
Gündüz geceye muhtaç, bana sen lazımsın”
diyen N.Fazıl`ı…
Koğuş girişine “Bizi zindana düşüren Allah`a hamdolsun!” yazan 39. Koğuş sakinlerini…
“Ve`l âhiretu hayrun leke mine`l ûlâ” sırrıyla bir kez daha anladım ki asıl felaket imtihansızlıktır, zindansızlıktır, şehidsizliktir, muhacirsizliktir…
İmtihanı kaybettiren; karşı koyması zor ve cezbedici dünyanın ve içindekilerinin aldatıcı meta`ıdır…
İmtihana dahi layık görülmemedir…
Bu düşünceler içinde katil zanlıları, müdafiîleri, azmettiricileri ve savunucuları gözümde küçüldükçe küçüldü…
İmtihan için seçilen bu mazlum ama bahtiyar aileleri kutlu acılarıyla baş başa bırakarak ayrıldım salondan.