Yaser Arafat`la İzak Rabin arasındaki tarihi(!) el sıkışması, hafızalarımızdaki tazeliğini hala koruyor.

Her ikisine de “Nobel Barış Ödülü” kazandıran bu girişim, Filistin meselesinin çözüme kavuşturulmasını arzulayan kimi insanları heyecanlandırırken, asıl mecrasında akıtılmayan bu suyun er ya da geç bulanacağını bilen ehl-i feraseti ise acı acı gülümsetiyordu.

Üzerinden geçen bunca yıl, acı acı gülümseyenleri haklı çıkartacak gelişmelere sahne oldu.

Gerçek bağlamından koparılan barış görüşmeleri(!) akamete uğramakla kalmadı, Filistin toprakları kan ve gözyaşı deryasına gark oldu.

Geçen hafta Öcalan`ın örgüte silahsızlanma çağrısı yapması, başta hükümet çevreleri olmak üzere toplumun değişik kesimlerinde benzer bir şekilde haklı bir heyecan oluşturdu.

Çatışmanın ne tür felaketlere sebebiyet verdiğini iyi bilen geniş halk kesimleri ise, zayıf da olsa bir ihtimalin belirmiş olmasını dahi önemli gördüler, desteklerini sundular.

Yapılan çağrının silah bırakma anlamına gelmediğini bilmemize ve bu tür çağrıları defalarca işitmemize rağmen, bizler de bu çağrının yapılmış olmasını elbette önemsiyoruz.

Bununla birlikte toplumun beklenti çıtası doğrultusunda bir pratik sergilenmemesinin derin hayal kırıklıklarına ve yine savaş konseptinin oluşmasına sebebiyet verebileceğini de gözden ırak tutmuyoruz.

PKK sorununu da içinde bulunduran asırlık Kürt meselesi çözüme kavuşturulmadan nihai ve kalıcı bir barışın sağlanamayacağını kesin olarak bilmemiz gerekiyor..

Örgüt ile devlet arasındaki savaşı ya da barışı Kürt sorununun çözümü ile aynı bağlamda ele almak, gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemektir.

Bu, aynı zamanda hem devletin hem de örgütün bozuk ve kabarık sicilini yok saymak veya temize çıkarmaya çalışmaktır.

Toplum, elan medya destekli algı operasyonları eşliğinde ölüm ya da sıtma seçeneklerinden birine razı edilmeye çalışılmaktadır.

Seçime odaklı gibi görünen çatışmasızlığı “barış” şeklinde yansıtmak, Rabin-Arafat el sıkışması örneğinde görüldüğü gibi, sonrasında “gaz sıkışması” ile neticelenebilecek bir vaziyet arz etmektedir.

Günümüzün modern zamanlarında savaş ve barış stratejilerinin “seçim” ve “oy” endeksli yapıldığı bilinmektedir.

Antik çağlarda kurban isteyen tanrılara sunaklarda kurban sunulmasının yerini şimdilerde “bir avuç oy” almış durumdadır.

Çünkü oy demek; siyasal güç demek, iktidar demek, para demek...

Devletin de örgütün de Kürt meselesinde nihai ve kalıcı bir barıştan ziyade “çıkar” odaklı bir yaklaşım segiledikleri keskin nazarların dikkatinden kaçmamaktadır.

Devlet, üzerine oturduğu laikçilik ve Türkçülük sac ayaklarından vazgeçme niyetinde olmadığını şartlar olgunlaştığında belli etmektedir.

Söz gelimi, mecliste konuşulan birkaç Kürtçe kelime tutanaklara “bilinmeyen bir dil” şeklinde geçerken, Arapça aslından okunan Fatiha suresi içinse hala “X” tanımlaması yapılmaktadır.

Bu husus bir devlet projesi olan çözüm sürecinin kodlarını çözmede bizler açısından önemli ipuçları barındırmaktadır

Örgütse, Kürt halkının sistem tarafından gasp edilen haklarından ziyade örgütsel ideolojisi doğrultusunda attığı adımları bir kazanım olarak görmektedir.

Savaş ya da çatışmasızlık seçeneklerini devlet tarafından atılacak bu adımlara göre belirlemektedir.

Bu kazanımların(!) başında tekçi yapısını halka dayatarak nüfuz ve hakimiyet alanlarını genişletmek gelmektedir.

Bunun yanında sosyalist ideolojisi gereği, Türkiye solu ile birleşmeyi yine Kürt halkının en temel haklarını talep etmekten çok daha önemli görmektedir.

Örgüt şeflerinden Bayık`ın, Ö. Gündem gazetesine verdiği şu demeç, fazla söze hacet bırakmıyor:

..”Apo, ‘Ben Kürt olduğum için değil, sosyalist olduğum için Kürdistan özgürlük mücadelesini örgütledim` demektedir. İlk arkadaşları da zaten Türk kökenli olan devrimcilerdir. Israrla Türkiye sosyalist hareketiyle birlik olmak istemiştir. Fakat bunun gerçekleşmediğini görünce, yönünü Kürdistan`a dönmüştür.

Halen ben Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, İbrahim Kaypakkayaların mirasını yaşatmanın ve başarmanın mücadelesini vermekteyim diyor. Hareketimizin içinde en yakın, en güvendiği yoldaşları Hakki Karer ve Kemal Pir yoldaşlardı...”

İslam düşmanlığı noktasında laikçi devletle paralellik arz eden laikçi örgüt, “Bağımsız, birleşik Kürdistan” fikrini çöpe atıp bu tarz ayrılıkçı, zararlı(!) fikirlerinden de vazgeçince devlet nezdinde anlaşma yapılabilir bir kıvama evrilmiş görünmektedir.  

Devletin ve örgütün bu çıkarcı ve fırsatçı yaklaşımları göz önünde iken barışa(!) temkinli yaklaşmamız barış karşıtlığı olmasa gerek.