En az iki asırdır dünya ve insanlık, Batı felsefesinin gölgesinde yaşıyor.

Her alanda olduğu gibi idare alanında da durum böyle maalesef.

Batı felsefesinin şu üç sac ayağı üzerine oturduğu biliniyor: Makyavelizm(Her şeyi meşru görme, kutsalsızlık), pragmatizm(çıkarcılık), oportünizm(fırsatçılık).

İşin hakikatinde her üçü de aynı kapıya çıkmaktadır.

Daha önce birkaç yazımda dile getirdiğim gibi, “İngiltere`nin dostu da yoktur, düşmanı da; sadece çıkarları vardır.” denilmesinin ana sebebi budur.

Laik ve seküler bir yaşam tarzını benimseyen beşerî sistemlerin bu doğrultuda hareket etmesi kendi mantığı içinde normal görülebilir.

Ne var ki “Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan...” misali gerek İslam ülkeleri gerekse de cemaat ve cemiyetlerin de bundan ciddi bir şekilde etkilendikleri görülüyor.

Ülke, grup, parti ya da cemaat çıkarını Kuran`ın uygulanmasını istediği hakikatlerden üstün tutma anlayışı(farkında olarak veya olmayarak) genel kabul görmüş durumda maalesef.

Suriye meselesi ile hem küresel hem de yerel bazda baş gösteren derin ayrılıklar, maalesef bu tutumun yansımalarıdır.

Batı`nın kuklası oldukları tescilli körfez krallıklarından bu anlamda bir şey beklemek, olmayacak duaya “Âmin” demek olur.

Ancak gerek İran ve gerekse de Türkiye`de iş başında bulunan hükümet, dayandıkları siyasal İslam düşüncesi ile aralarında çok ciddi farklar bulunmamasına rağmen, vahyin emrettiği ilkeler çerçevesinde bir çözüm geliştiremediler.

Sonuç: Tam bir felaket.

İnsanî trajedi; dilencilik, fuhuş ve organ mafyasının pençesine itilen bir millet.

Kan, gözyaşı, yıkım, talan... içindeki Şam-ı Şerif.

“Allah`a ve Peygamberi`ne itaat ediniz. Aranızda tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, kuvvetiniz gider. Sabrediniz. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.(Enfal-46)”

İslam ülkelerinin Batı ile geliştirdiği ilişkiler veya Batı`nın Müslümanların zihin dünyasını ipotek alma girişimlerinin bir sonucu olarak içine girdikleri kısır döngüler, İslam dünyasının tam da yukarıdaki âyet-i kerimenin işaret ettiği “güç kaybı” ile sonuçlanmıştır.

Zihin dünyasını bilerek veya bilmeyerek Batı`nın kutsalsız, çıkarcı ve fırsatçı felsefesi doğrultusunda şekillendiren Müslümanlar, meydana gelen toplumsal bir olaya bu doğrultuda yaklaşabilmektedirler.

Bu konuda İslam dünyasında yazılmış en güzel kitaplardan biri, “İslami Yeniden Doğuşun Sorunları”dır

Kitap, “Bilge Kral” lakaplı merhum Aliya İzzetbegoviç`in konuşmalarından derlenerek hazırlanmış.

Mevzuya ışık tutması bakımından kitaptaki şu satırları aynen paylaşmak istiyorum:

“...İslam zulme karşı direniş ve cesaret ister. Şûra suresinin 39. ayetine göre(Onlar bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbiriyle yardımlaşır ve kendilerini savunurlar) zulme boyun eğen kimselerin Müslüman olamayacağı hükmü çıkarılabilir. Yani buna kesin olarak Kur`an davet eder ve bununla alakalı İslam geçmişinde binlerce örnek vardır. Ancak Müslüman toplum ödleklerle, yerli yabancı olsun iktidar sahiplerine yağcılık yapan kimselerle doludur. Moğolların hazırladığı mezbahaneye sakin, direniş göstermeden ve koyun sürüsü gibi yürüyen Bağdat`ın binlerce vatandaşı(ve sadece onlar değil) kesin olarak artık Müslüman değillerdi...(Fide yayınları-30.sayfa)

Zalimin şerrinden emin olmak için siyasal anlamda biri birine zıt, ancak İslam`a ve Müslümanlara düşmanlık hususunda ortak hareket güçlerle ittifak kurmak...

Veya tersinden ele alırsak birbirleri ile yardımlaşmayı becerememek...

İslami şiarlara savaş açtığı aşikar olan zalime boyun eğmek...

“Bilge Kral” a göre bu tavırlar, kişi ya da kurumların Müslümanlığını dahi tartışılır hale getiren ciddi meselelerdir.

Beni en çok kahreden ise Moğolların Bağdat`ı yakıp yıkması karşısında korku, aşırı iyi niyetlilik ya da farklı saiklerle içine girilen tepkisizlik ve sükût halidir.

“Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra, kalplerimizi haktan bir daha saptırma ve bize rahmetini bağışla, şüphesiz sen gerçek lütuf sahibisin.”(Al-i İmran-8)