Geçen hafta ziyaret ettik Gazzeli gazileri.
Ambulans uçaklarla getirilmişler Ankara`ya.
Kimi üç, kimi on, kimi de kırk elli yaşlarında.
Her birinin hikayesi ayrı ayrı...
Ama hepsinde ortak bir yön var: Mazlumiyet.
Hamile kadınlar var içlerinde.
Soruyoruz, “Durumları nedir?” diye.
“Anneler de çocukları da çok iyi!” cevabını alıyor ve rahatlıyoruz.
“Yapabileceği kadar değil, bakabileceği kadar çocuk(!)” martavalının hiçbir karşılığı yok bu anneler için.
“Savaştırabileceği çocuklar” ilgilendiriyor asıl onları.
Zira savaş, yaşamak demek onlar için.
Evet, yaşamlarını savaşmaya borçlu olduklarını çok iyi biliyor bu insanlar.
Siyonistleri kahreden ve derin derin düşündüren de bu aslında.
Duyduğuma göre, en az iki çocuklarını cihad için dünyaya getirirmiş Filistinli anneler.
Kendi elleriyle teslim ederlermiş öz evlatlarını, ciğerparelerini savaşan mücahitlere.
Mücahitlere yük olmak istemedikleri için bir tanesini de ticarete yönlendirirlermiş.
Irkçı, katil siyonistlerin her seferinde hedef gözeterek bebekleri öldürmesinin sebebi, böylelikle çok daha iyi anlaşılıyor aslında.
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” ayetini çarpıtarak yorumlayan bizlerin durumu ile, evlatlarını ölümün kol gezdiği diyarlarda tehlikenin tam göbeğine atan bu annelerin durumlarını düşünüyorum.
Kelimelere dökemediğim çok tuhaf duygular beliriyor içimde.
Acı acı gülümsüyorum sonra...
Bu duygular içinde dolaşıyoruz hastaları/gazileri.
“Parça tesirli bomba, şarapnel parçası” kelimeleri düşmüyor dilinden, bize refakat eden doktorların.
“Belden aşağısı tutmayacak” dedikleri gencecik insanlara odaklanıyorum.
Yüzlerinden tebessüm eksik olmuyor.
Hallerinden şikayetçi olduklarına dair hiçbir emmare olsun istemiyorlar besbelli.
“Keyf`ul hal?” sorusuna “Elhamdulillah daimen” cevaplarını alıyoruz hem lisan-ı hal, hem de lisan-ı qal ile.
Sırt üstü yatan ve yerinden kıpırdayamayan 25-30 yaşlarında sakallı bir genci ziyaret ediyoruz.
“Bu hastamızın da belden aşağısı...” diye başlayacak oluyor doktor.
Sözünü kesiyorum doktorun.
Tercümanı beklemeden, siyonist israili bir devlet olarak değil, insanlığa düşman terörist bir çete olarak gören bir camia adına kendilerini ziyaret ettiğimizi söylüyorum, bilebildiğim Arapçamla.
Selam getirdim onlardan, diyorum.
Kuds-ü Şerif için gözünü kırpmadan serden geçecek binlerce genç adına konuştuğumu söylüyorum.
Gözleri yaşarıyor ve kalkmaya yelteniyor beyhude bir çaba ile...
“Allah Subhaneke ve Teala...” diye başlıyor ve devam ediyor bizler için dua etmeye.
Her iki elimi uzatıyorum.
Kavrıyor ve sımsıkı tutuyor ellerimi.
Dile gelmeyen asırlık duygular depreşiyor.
Göz göze geliyoruz; Nablus`ta, Celile`de, Cibaliye`de, Ramallah`ta, Gazze`de, Kudüs`te bir asır önce birbirimizi kaybettiğimiz bu buğday tenli öz be öz kardeşimle...
Ardından sükut...
Ayrılmak zorundayız.
Yetişkin kadınların odalarına girmiyoruz. Heyette yer alan bacılar konuşuyor onlarla.
Her birinin değişik bir hikayesi.
Evladını şehid vermiş gazi bir anne ile konuşmuş bacılar.
Başı dik ve mütevekkilmiş.
Karmaşık duyguların girdabına kapılıyor insan.
Peygamberler tarihi, Zekeriyya ve Yahya Peygamber, Hayber, Ahmed Yasin, Fethi Şikaki, cihad, şehadet, vs.
Kafatası yarılmış bir kız çocuğu ile karşılaşıyoruz.
Tek başına, evinden yurdundan uzak bir hastane odasında.
“Savaş bitti mi?” diye soruyor bizi görür görmez.
Suskun kalıyor, cevap veremiyoruz.
Geçiştirmelik sözlerle mukabelede bulunuyoruz.
Bilen var mı bu sorunun cevabını, onu da bilmiyorum.
Hasta bir kadıncağız teşekkür etmeye başlıyor bizi görür görmez.
Hükümet/devlet yetkilisi zannediyor elbet.
Kendilerine yardımcı olduğumuz ve kendilerini buraya getirerek tedavi ettiğimiz için.
Teşekküre gerek yok, diyorum.
“Burası sizin eviniz. Bu hastane de dahil sizin için yapılan bütün hizmetler, iftar sofralarında lokmalar boğazına düğümlenerek çaresizlik içinde size dua, siyonist işgalciye beddua eden kardeşlerinizin paralarıyla yapılmaktadır. Helal u hoş olsun.”
“Aslında bizim sizden özür dilememiz gerekiyor.” diye geçiriyorum içimden.
“Cenaze hizmeti” dışında sizin için başka bir şey yapamadığımızdan dolayı.
Etrafı, Allah tarafından mübarek kılınan ilk kıblegahımız Mescid-i Aksamız ve Kuds-ü Şerif için en ön safta cihad eden siz aziz kardeşlerimizle aynı cephede savaşamadığımız için.
Aynı dine dahi mensup olmadığımız ülkelerin selameti(!) için çıkardığımız savaş gemilerini, gönderdiğimiz ve çoğu geri dönmeyen askerleri, yığın yığın silahları...
Bunların hiçbirini sizin için yapamadığımızdan dolayı...
Evet, sizlerden özür diliyor ve helallik istiyoruz.
Affedebilecek misiniz?