1979-80`li yıllarda Afganistan`daki Marksist hükümetin daveti üzerine, Sovyet Rusya Afganistan`a girdi.
Bu hamle, bir yönde Afgan Cihadı olgusunun da işaret fişeği oldu.
Mücahid gruplar, işgale karşı on yıl boyunca destansı bir mücadele ortaya koydular.
Ne var ki bu haklı ve onurlu mücadelenin seyri, Gülbeddin Hikmetyar öncülüğündeki Hizb-i İslami ile Burhaneddin Rabbani`nin Cemaat-i İslami`si arasında patlak veren anlaşmazlık üzerine değişti.
Çok geçmeden iki grup arasında çatışmalar başladı.
Çatışmalar öyle bir hal aldı ki halk, Rus işgalinden daha kötü bir duruma düştü.
Böyle bir vasatta, çoğunluğunu medrese öğrencilerinin oluşturduğu Taliban hareketi ortaya çıktı ve her tarafta etkili olmaya başladı.
Çok geçmeden Taliban, güvenliği sağlayarak Şeriat ilan ettiğini duyurdu. Halk bu durumdan aslında memnun da kaldı.
Ne yazık ki finansman noktasında Suud`dan destek gören bu hareket, Mezar-ı Şerif`te 14 İranlı diplomatı katlederek mezhep temelli bir fitnenin kapısını araladı.
Sonrası malum...
11 Eylül bahanesiyle Amerika`nın Afganistan`ı işgali, Taliban`ın çöküşü, yüz binlerce insanın katledilmesi, vahşetler, tecavüzler vs.
Aynı gerekçeyle Amerika`nın Irak`ı işgali, yine katledilen yüz binler ve talan edilen bir medeniyet...
Irak`ta istediği dengeleri oluşturarak bu ülkenin petrolü başta olmak üzere bütün zenginlik kaynaklarını ülkesine aktaran Büyük Şeytan, 2012 bütçesinden Şii-Sünni çatışmasını körüklemek için 60 milyar dolar ödenek ayırdıktan sonra bu ülkeyi terk etti (!).
60 milyar dolarlık devasa bir bütçeyle körüklenen Şii-Sünni ihtilafı neticesi, Irak`ta her gün bombalar patladı, intihar saldırıları gerçekleşti ve binlerce insan hayatını kaybetti.
Maliki hükümetinin beceriksiz ve mezhep taassuplu politikaları da sadra şifa olamayınca, Taliban benzeri IŞİD hareketi Musul`u ele geçirdi ve Şeriat ilan ettiğini duyurdu.
Afganistan örneğinde olduğu gibi iç karışıklıktan bıkmış olan halk ve ordu birlikleri, hiçbir direniş göstermeden teslim oldu.
Ne var ki Taliban`ın 14 İranlı diplomatı katletmesi gibi, IŞİD de ele geçirdiği asker ve polislerden Şii olduklarını tespit ettiği 1700 kişiyi kurşuna dizdiğini açıklayarak çok büyük bir fitnenin kıvılcımını çaktı.
İslam dünyası, acıyla yoğrulmuş bu mazlum coğrafyada mezhep fitnesi temelli yeni bir “dejavu”yu yaşarken, IŞİD`in arkasındaki finansman desteğinin de yine Suud`dan geldiği ortaya çıktı.
Bir asır önce Şerif Hüseyin`i ustalıkla saf dışı bırakan İngilizlerin, İslam`ın tarihsel hafızasını diri tutan kutsallara hiçbir saygısı olmayan Suud hanedanını tercih etmesi ve Hicaz bölgesini bu aileye teslim etmesinin nedeni, bugünkü ölçekte sanırım daha iyi anlaşılmaktadır.
Şii ve Sünni hafızalarda canlı tutulmaya çalışılan “düşman” imgesini ustalıkla kullanan emperyalist medyanın, küresel siyonizm ve küresel emperyalizm lehine yoğun bir algı operasyonu içerisine girdiği de dikkatlerden kaçmamaktadır.
Suriye meselesi üzerinden amacına tam olarak ulaşamayan “Sykes-Picot”çu akıl, Irak`ı revize etmek zorunda kaldığı yeni konsepte uygun bir ateş çemberinin içine atmış görünüyor.
Etnik ve mezhep temelli fitneler karşısında teyakkuza geçip uhrevi hesapları ön plana çıkarması gereken kimi Müslüman unsurların, oluşan bu fiili durum karşısında pragmatist davranmaya çalışması, tam bir hamakat ve eblehiyet örneğidir.
Gasp edilen hakların talep edilmesi masumiyetini konjonktürel gelişmelere bağlamak, masumiyet ve meşruiyet sorgulamasını da beraberinde getirecektir.
İnsani ve İslami haklarının hiçbirisinden vazgeçmemekle, “komşunun evi yansın da yumurtamızı pişirelim” gayrı ahlaki anlayışını birbirine karıştırmamak gerekir.
Kadim Ninova şehrinin külleri üzerine kurulan Musul`a yönelik çıkarcı ve Makyavelist iştah kabarmalarına, hafızalarımızda hala canlı olan şu sözü hatırlatmak isterim:
“Bir koyar üç alırız!”