İslam dünyasını “ümmet” şuurundan uzaklaştıran en önemli hastalık, milliyetçiliktir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi ile ‘Âheri yutmakla beslenen milliyet fikriyatı`dır.

Bahsimize konu olan, diğer kavimleri yok saymayı ya da en azından kendisinin diğer kavimlerden üstün olduğu anlayışını esas alan “Şovenizm”dir.

Nasyonalizm, kavmiyetçilik ya da ırkçılık olarak da isimlendirilebilir.

Modern haliyle milliyetçilik düşüncesinin neşvünema bulmaya başladığı tarih, 1789`dur.

Fransa`dan bütün Avrupa`ya, oradan da dünyaya yayıldı.

Bu bulaşıcı mikrop ilk olarak sahiplerini vurdu. 2. Dünya Savaşı`nda en az 50 milyon Avrupalı öldü.

İslam dünyası üzerine çok kapsamlı araştırmalar yapan oryantalistlerin gözlem ve raporları doğrultusunda Avrupa, kendince buna bir panzehir geliştirdi.

İslam dinindeki “Ümmetçilik” anlayışı ile paralellik arz eden bir birliktelikle sorunun üstesinden gelindi. Zehirin öldürücü etkisini iliklerine kadar yaşamış olan Frengistan, bütün gücü ile bu zehri, bu mikrobu Müslümanlara enjekte etmeye başladı.

Kur`an, “Ve`tesimû bi hablillahi cemian”(1) dedikçe, suret-i haktan görünen kuzu postuna bürünmüş “Anglo-Sakson akıl, “ kulaklara “Teferreqû”(2) nağmesini sinsice fısıldadı.

Bir taraftan kendi mekteplerinden yetişmiş muhiplerine Türk illerinde, “Ey Türk Gençliği!” dedirterek kavmiyet damarının ayranını kabartmaya çalışırken, diğer taraftan “Ya Eyyetüheş-Şebâb`ül Arap!”(3) dedirterek aynı işi Arap illerinde yapmaya çalıştı.

Böyle bir vasatta, kavmiyet damarlarının okşanmasına müsaade etmeyen Kürtler ise, dünyalara bedel olmaktan ve bir aşiret liderine dâhi lütfedilen ‘devlet olma` payesinden mahrum bırakılmakla cezalandırıldı.

Bütün bu çalışmalar elbette semeresiz kalmadı.

Müslüman coğrafyalarda, mensup olduğu ırkın dünyaya bedel olduğu patolojik zihniyeti ile BAAS bataklığına mensup hastalıklı tipler ortaya çıktı.  Bu hastalıklı zihniyet ve tiplerin İslam dünyasını ne tür felaketlere sürüklediğini sanırım söylemeye gerek yok.

Anayasasında Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin halen Türk olarak kabul edildiği ve meclisinde kazara konuşulan birkaç Kürtçe kelime için bile, “Bilinmeyen bir dil” ifadesinin kullanıldığı bu memlekette, ciddi ayrışmalar yaşandı.

Şimdilerde, kimi palyatif çözümlerle sorun aşılmaya çalışılıyorsa da bu iyi niyetli çabalar, kirlenmiş bir borudan temiz su akıtmaya çalışmaktan öteye geçmiyor.

Bu ayrışmanın en çok hissedildiği Batı illerinin herhangi birinde, şehrin göbeğinde mikrofonlar ve dev hoparlörler vasıtası ile Kürtçe bir marş söylemenin ciddi sıkıntılar doğuracağı göz önündedir.

Ancak söz konusu olan Muhammed(SAV)`se hiçbir sıkıntının yaşanmadığını, otomatik olarak fabrika ayarlarına dönüşün yaşandığını ‘ayne`l yakin` müşahede ettim.

4 Mayıs Pazar günü Manisa`daydım.

Manisa, zaman zaman derin ve karanlık mihraklarca lokal düzeyde dahi olsa, bahse konu ayrımcılığın kışkırtılmaya çalışıldığı bir ildir.

Peygamber Sevdalıları Platformu, şehrin göbeğinde, Spil Dağı`nın eteğinde, tarihi Niobe (Ağlayan Kaya) Amfi Tiyatrosu`nda Kutlu Doğum Etkinliği düzenlemişti.

Yarısından fazlasının Türk, diğerlerinin ise Kürt-Arap olduğu seyirciler, Peygamber sevdasında buluşmuşlardı.

Hep bir ağızdan eşlik ediliyordu tekbirlere, tehlillere, salavatlara...

Ve derken sahneden Manisa`nın semalarına “Hatına te piroze, hebuna te piroze!”(4) nağmeleri yayılmaya başladı.

Hem de avaz avaz...

Değil mi ki Muhammed(SAV)`den bahsediliyor? Gerisi teferruat öyleyse...

Kürtçe ya da Türkçe hiç fark etmez.

Önemli olan O(SAV)`ndan bahsedilmesi...

Tebrikler Peygamber Sevdalıları!

Bu işi çözmüşsünüz.

Ve tebrikler Manisa`nın Peygamber sevdalısı halkı! Evet, çözüm net: Muhammed(SAV).

NOT: Haftaya da Manisa-Muradiye camisinde şahit olduğum ibretlik manzarayı yazacağım inşaallah.

Dipnotlar:

1-Toplu halde Allah`ın ipine sarılın.

2- Ayrılın, dağılın.

3- Ey Arap gençliği!

4- Gelişin kutludur, varlığın kutludur!