Mayıs 2008`de İngiltere kraliçesi 2. Elizabeth Türkiye`yi ziyaret etmişti.

Aynı eğitim kurumunda çalıştığımız ve ateist olduğunu gizlemeyen bir mesai arkadaşıma bu ziyareti nasıl değerlendirdiğini sormuştum.

“Kraliçenin; sömürgelerinden birini ziyaretinden ibaret” cevabını almıştım.

Hatırlayacak olursak, kraliçe hazretleri(!) kendisine eşlik edecek devlet ricalinin ve eşlerinin hangi elbiseyi giyeceğinden, toplantı ve resepsiyon usullerine kadar her şeyi bizatihi kendisi belirliyordu.

İngiliz kraliyet kuralları gereği kraliçe, ziyaret ettiği ülkelerde kendisine ev sahipliği yapan devlet başkanları onuruna bir yemek veriyordu.

Türkiye`de de gelenek bozulmadı. Kraliçe, kendisi için özel olarak gönderilen ve Boğaz`a demirleyen bir İngiliz savaş gemisinde yemek verdi.

Evet, elçilik ya da konsoloslukta değil, bir savaş gemisinde. Hem de İstanbul`u işgal eden İngiliz savaş gemilerinin demirlediği Karaköy açıklarında…

Yemek faslı, 2007`deki Cumhurbaşkanlığı seçimi ile “iktidara geldik” zehabına kapılma ihtimali bulunan zümreye, asıl muktedirin kim olduğuna dair sembolik değer taşıyan bir seremoniden ibaretti.

Kemalizmi anti-emperyalizm olarak görme ve halka da bu şekilde gösterme çabası içindeki dönemin “kartel medyası” namı ile maruf yazılı ve görsel basını da, kemal-i hürmet ve hayranlıkla icray-ı sanat eyliyordu. Hem de “Takke düştü, kel göründü” sadedinde.

Osmanlıyı parçalayıp israil`i kuran, zamanın en büyük İslam devleti olan Hindistan`ı parçalayıp kuzenleri Amerikalılarla birlikte Arap-İslam âlemini kan gölüne çeviren ve bu coğrafyadaki petrolü, BP(British Petroleum) gibi çok uluslu petrol şirketleri eliyle Avrupa`ya taşıyan İngilizler…

Bütün bu marifetlere(!) sahip devletin son kraliçesini memnun etmek için, huzur-u şahanede tir tir titreyen devlet erkânını görünce, arkadaşıma hak vermekten kendimi alamadım.

Oslo görüşmelerinde gündem, ses tapelerinin kimin tarafından sızdırıldığına kilitlenmişken, koparılan fırtınanın gürültüsü arasında işin erbaplarının dikkatlerinden kaçmayan çok önemli bir ayrıntı vardı.

Evet, masanın bir yanında TC, diğer yanında ise PKK oturuyordu. Peki, bu görüşmelere hakemlik eden devlet hangisiydi? Tabi ki İngilizler…

Şimdi şu soruyu sormak gerekiyor: Neden Almanya, Fransa ya da Amerika değil de İngilizler?

İşte bu sorunun cevabı en az üç yüz yıllıktır.

Bu, “Milimetrik hesaplarla çizdiğim sınırlar üzerinde yapılacak bir ameliyat ancak ve ancak benim nezaretimde, benim sevk ve idaremde yapılabilir” tavrından başka bir şey değildir.

Buna, 2016`da yüzüncü yılı dolacak olan Skyes-Picot(bir önceki yazıda değinmiştim) anlaşmasının yeni bir yüz yıllık plan şeklindeki revize edilmiş biçimine uyma zorunluluğu da denilebilir.

Küresel ölçekte Irak, Yemen, Sudan, Somali, Libya, Mısır, Suriye hatta Türkiye`de yaşanan iç karışıklık ve kimi olayların bu yeni konseptten bağımsız ele alınamayacağı aşikârdır.

Hintli Müslüman askerleri,  “Hilafeti kurtarma” yalanıyla Osmanlı`ya karşı savaştıran sinsi ve ketum İngiliz aklı, bazı taahhütler karşısında toplumu dönüştürme görevi verdiği yerel önderlere(!) bazen hutbe okutuyor, bazen ateşli vaazlar verdiriyor bazen de “İslam Kongresi” hatta “Kutlu Doğum Etkinliği” düzenlettiriyor.

Zaman zaman Bekrî Mustafa`nın imamlığı sadedindeki ironik vakalar meydana gelse de bunlar yol kazası olarak ele alınıp tolere ediliyor.

Planın deşifre olmaması için kullanılan en önemli silah ise milliyetçilik.

Mazlum halkların karşısına çıkarılan önderlerin kiminin ulusalcı, kiminin Türk-İslamcı, kiminin ise Kürtçü pudralara bandırılmış olması, hep bu gayeye matuftur.

İçi boşaltılmış bir Türklüğün, İslamcılığın ve Kürtlüğün; üzerinde güneşin batmadığı topraklar geleneğinden gelen Britanya`nın âli menfaatlerini korumada sadece maske görevi gördüğünü anlamak kolay olmayacaktır.

“İngiltere`nin dostu da yoktur, düşmanı da; sadece menfaatleri vardır.” kadim anlayışı aynen devam etmektedir.

Görüldüğü üzere oyun büyük ve oldukça karmaşık. Meselelere Kur`an-ı Mübin`in nurefşan vechesinden bakmaktan başka çare yok.

Ve mekeru ve mekerallah…Vallahu Hayru`l makirin.