Vesayetçi yapılar, Türkiye`de bugüne kadar hep kişisel ya da grupsal çıkarlarına karşılık, memleketin iç ve dış politikasını uluslararası konsorsiyumun istediği eksene göre belirleye gelmiştir.
Bu süreç, Osmanlının Batılılaşmaya başladığı 1808`de başlamış, İttihat ve Terakki`nin 1908`de iktidar olmasıyla resmi politika haline, 1923`te ise rejim haline gelmiştir.
1924`te Lozan`da Anasır-ı İslamiye adına antlaşmaya imza koyan zevat-ı meşhur, kişisel ve grupsal çıkarlarını üzerinde muhkem hale getirecekleri bir toprak parçasına karşılık, bin yıllık dini ve kültürel yapısından vazgeçmeyi taahhüt etti. Hem de Batılıları bile hayrette bırakacak akıl almaz uygulamalarla...
Batı, zaferle çıktığı 1. Dünya Savaşı sonrası İslam coğrafyalarında kendisine ait çiftlikler(devletler) kurdu ve başlarına da kendisinin koyduğu kurallara sıkı sıkıya bağlı kalacak kâhyalar(idareciler) yerleştirdi. Bu kurallar silsilesinin 99 tanesine uyup 1 tanesine bile uymayarak efendilik yapmaya kalkışanları şiddetle cezalandırdı.
Söz gelimi, Menderes çok iyi bir müttefik olmasına rağmen ezanı serbest bırakma ve aldığı halk desteğiyle “İsterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” şeklindeki bazı söz ve icraatları ile efendilik yapmaya kalkışmış ve bunu hayatı ile ödemiştir.
Turgut Özal da çok iyi bir Batı politikaları uygulayıcısı olmasına rağmen Kürt meselesinde ortaya koyduğu “efendi gibi davranma” tavrından dolayı ustalıkla denklem dışı bırakılmıştır.
Lozan`dan sonra çiftlik sahipleri, emperyalist çıkarlarını korumayı taahhüt eden Kemalist kadrolar eliyle
Müslüman toplumu bir taraftan kaynağını “ed-Din”den alan değerler manzumesinden uzaklaştırırken diğer taraftan da toplumsal bünyeye şu iki zehri enjekte ediyordu: “Kendinden utanmak ve Batı`nın yenilmezliği algısı.”
Jakoben yöntemler kullanılarak dayatılan bu süreçte Kemalist iktidar, toplum katmanlarından bir tanesini “düşman” olarak belirliyor, onu etkisizleştirene kadar dövüyor, diğer katmanları ise ya susmaya ya da bilfiil suç ortağı olmaya zorluyordu.
Söz gelimi, laiklik üzerinden dövdüğü İslami kesimlere karşı Alevileri, Alevileri döverken de Sünnileri, Kürtleri döverken de Türkleri susturma veya maalesef suç ortağı haline getirme başarısını(!) gösteriyordu.
Yakın bir tarihte(2000`li yıların başında) küresel konsorsiyumun(çiftlik sahiplerinin) talimatları doğrultusunda üfürülerek “tan tanlı, jan janlı” balonlar misali karton kaplanlar haline getirilmiş o dönemin uşak ruhlu kâhyaları eliyle “değerli bir camia” linç edilircesine dövülüyor, mutad olduğu üzere diğer katmanlar ya suskun kalıyor ya da maalesef suç ortağı haline getiriliyordu.
2007`den sonra köprüyü geçtiğini düşünüp “ayıya artık ayı deme” ve efendilik yapmanın zamanı geldiğine inanan kadrolara karşı çiftlik sahiplerince -el altından- kâhyalığa yeni sivil vesayetçiler getirildi.
Bürokrasinin tamamında oligarşik bir yapıya bürünen yeni vesayetçi yapı, 2008`le birlikte özellikle siyonist saldırılar karşısında Filistinli kardeşlerine destek mitingleri düzenleyen İslami STK`lara karşı amansız bir mücadelenin içine giriyordu. Bu neo-vesayetçi yapı, “Polis-savcı-uygun hâkim” troykası ile her biri birer erdem ve fazilet abidesi olan aziz ve azizeleri, asırlık cezalara çarptırıyor ve böylelikle efendilerinin çıkarlarını Kemalist askeri vesayetten bile daha iyi koruyacaklarını ispat etme hizmeti icra ediyordu.
2011`de çıkarılan ve yüzlerce mahkûmun faydalandığı bir kanun kapsamında, Hizbullah Cemaati yöneticileri de serbest kalınca kıyametler koparılıyor ve hükümetten; dövülme kararı verilen bu kesime sahip çıkması beklenirken “vicdan kanaması” sendromu kapsamında dönemin Başbakan yardımcısı, “İstenirse iki saatte karar verilir” diyerek masum insanların tekrar tutuklanmalarını ya da “terk-i diyar” eylemelerini netice verecek bir süreci başlatıyordu.
Geldiğimiz aşamada Adalet Bakanlığı`na getirilen Sayın Bozdağ`ın, “Hizbullah tahliyelerinde kıyamet koparıldı” ifadesi ile -her ne kadar kıyameti koparanlardan birinin de kendisi olduğunu unutmuş görünse de- “Evet, hatalıyız. Soruşturmanın muhatapları başkaları olunca sesimiz daha gür çıkmalıydı” şeklindeki sözleri ümit vericidir. Dilerim bu, “temenni etme” aşamasından “temin etme” aşamasına evrilir.
Ezcümle, Sayın Başbakan ve Ak Parti, 90 yıllık süreçteki acı tecrübeleri ve yakın zamandaki bu zulümleri iyi okumalı, Menderes ve Özal`ın düştüğü hatalara düşmemeli, mesele “Dini Değerler” olunca her şeyi teferruat olarak gören samimi yapılara karşı, “Mimsiz Batı Medeniyeti”nden mülhem reel politik ya da konjonktürel tavırların içine girmemelidir.
Emperyalizme ve küresel siyonizme düşman oldukları için “Dünya İstikbarı” tarafından terör listesine alınan ve bu güçlerin yerli maşaları tarafından katmerli zulümlere uğratılan mazlumlar için acilen düzenlemeler yapmalıdır.
Hele hele Sayın Başbakan`ın “En ahlaksız darbe girişimi” olarak nitelediği bu hamleyi boşa çıkarma ve buna tevessül eden “neo-vesayetçi yapıyı” tasfiye etme adına, eski Türkiye`nin karanlık yüzlü yapılarını bürokraside istihdam edeceğinin konuşuluyor olması dahi vahimdir, korkutucu ve ürkütücüdür.
Emperyalist ve siyonist eksenden kaydığı için küresel güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından açıkça hedefe konan Sayın Başbakan ve hükümetine, hakkı ve sabrı tavsiye etme mükellefiyetinin de bir gereği olarak bunları hatırlatmayı insani, İslami ve tarihi bir görev olarak görüyorum.