Son yıllarda memlekette meydana gelen maddi manevi alandaki iyileştirmeleri takdir ettiğimi hemen belirteyim.

Başörtüsü serbestliği, Kur`an Kursları, Kürt meselesindeki ilerlemeler, Marmaray gibi büyük projeler kuşkusuz alkışlanmayı hak ediyor.

Bütün bunlarla birlikte zaman zaman kimi ehl-i ferasetçe dile getirilen endişeleri de gündemde tutmak zorundayız.

28 Şubat`ın belki de en önemli ve sinsi hamlesi, “Müslümanları Ehlileştirme” projesiydi. Bu süreç düşüncede İslamcı, pratik yaşamda ise seküler bir anlayışın İslami kesimlerce kanıksanmasını netice verdi.

Modernizmin en önemli özelliği, kendisine düşman olanları dahi kendisine benzeterek yok etmesi ya da etkisizleştirmesidir. Bu yapısı ile modernizm, önü alınamayan ve sosyal hayatta İslami hassasiyetleri ciddi anlamda dumura uğratan 28 Şubat sürecinin İslami kesimlerde meydana getirdiği zihinsel dönüşüme, “soft power” yani yumuşak güç olarak ve yumuşak bir geçiş süreci ile ivme kazandırdı.

“Kaynayan kurbağa” deneyinde olduğu gibi, manen ölüme yaklaştıklarının farkında dahi olmayan Müslümanlardaki bu değişim sürecinin nereye varacağı ya da neyle sonuçlanacağını kestirmek zor olmasa gerek. Temenni edelim ki ikinci bir “Endülüs`ün İspanya`laşması” felaketi yaşanmasın.

Son dönemdeki iyileştirmelerin bu iki husus göz önünde bulundurulmadan salt on yıllık iyileştirmeler esas alınarak değerlendirmeye tabi tutulmasının yanlış olacağını belirtmek gerekir.

Yerleşik laik sistemin modernizmin zihinsel kodlarıyla örtüşen yapısı, sistemin paradigmasında değil parametrelerinde değişimi zorunlu kılmaktadır. Yani sistem, ana omurgası itibarı ile karşımızda sapasağlam durmaktadır.

Yeni anayasa yapım sürecinin fiyasko ile sonuçlanması, bahse konu meseleyle doğrudan ilişkilidir. Sistem savunucuları azınlık olmalarına rağmen bu avantajlı durumlarını kullanarak üstün konuma gelebilmektedirler.

Eğitim sistemi, müfredat, tüketim alışkanlıkları, Batı`dan mülhem seküler politikalar, sorunun ana kaynağından devşirilen çözüm önerileri(!) gibi hususlar çok samimi niyetlerle ortaya konulan icraatların şekilciliğe mahkûm olması ve ruha sirayet edememesi ile neticelenmektedir.

Başörtüsü, giyiniklik, tesettür ve hicap kavramları arasındaki farkın çok daha belirginleşmesi gibi bir husus üzerinden verilecek yüzlerce örnek, ortaya konulacak yaman çelişkiler ve benzeri paradoksal durumlar meseleye ışık tutacak niteliktedir.

Âcizane kanaatime göre girdiğimiz ve ahir zaman olduğuna inandığım (Allah-u A`lem)  bu süreçteki en büyük tehlike, Müslümanların şeklen değil ruhen ve zihnen mağlup olmasıdır.

Modernizmin, post-modern kılıf giydirilmiş söylemlerle genelde herkesi özelde de bütün Müslümanları ruhen ve zihnen kasıp kavuracağını, Hadis-i Şerif`in ifadesiyle imanı “elde tutulan bir kor” haline getireceğini söylemek, kehanette bulunmak olmasa gerektir.

Bu süreçte, Kuran`ın ve Siyer-i Nebi`nin özüne ait saf ve müberra kavramların radikalizm; İslam`ın Hümanizmle örtüşen kimi ahlaki ilkelerinin de muhafazakârlık olarak algılara ve bilinçaltına sistematik olarak yerleştirildiği görülmektedir.

Böyle bir zaman diliminde demokratlık ve muhafazakârlık kavramlarının kimlik tanımlama noktasında “İslamîlik” vurgusuna alternatif oluşturduğunu üzülerek görmekteyiz.

Ana akım İslami kaynaklardan beslenen şimdiki neslin karşı koymakta çok ciddi olarak zorlandığı bu silahsız ama sinsi tehlikenin sanal âlemlerin aşinası yeni İslami jenerasyonu nasıl tahrip edebileceğini düşünmek dahi istemiyorum.

Bütün İslami camialar, partiler, STK`lar, düşünce kuruluşları, âlimler ve kanaat önderleri bu meseleyi öncelikli gündemleri haline getirmeli, bu tehlikeye bireysel ve kurumsal düzlemde çözümler geliştirmelidirler.

Aksi takdirde Ayet-i Kerime`nin sakınmamızı emrettiği “dünyevileşme” hastalığının pençesinden kurtulamayacağımızı göz önünde bulundurmalıyız.

“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.”(TÂHÂ-131)