Filistin`in BM`de, “Gözlemci Olmayan Devlet Statüsü” ne kavuşturulmuş olması, Türkiye`deki kılık-kıyafet yönetmeliğinin öngördüğü çözüme, daha doğrusu çözümsüzlüğe benziyor.
Yaptıkları her düzenlemede yerel ve küresel güç odaklarını ürkütmemeye özen gösteren yetkililer, bahse konu yönetmeliğin, “tek tipçilik” anlayışını ortadan kaldırdığını söyleyip zafer ilan ettiler.
Meselenin iç yüzünü bilenler ise, bunun aslında yeni bir şey olmadığını, sadece başörtüsüne vurulan sopanın renginin değiştiği hakikatini dile getirdiler.
Küresel güç odaklarının bilgisi, hatta himayesi dâhilinde, Filistin`e biçilen yeni statüyü zafer olarak ilan edip neredeyse zil takıp oynayacaklara, şu hususları hatırlatmak isterim:
Gazze`deki ambargo kalkıyor mu? Hayır.
Siyonist işgal sona eriyor mu? Hayır.
Mülteciler meselesi çözüme kavuşuyor mu? Hayır.
İşgal zindanlarındaki binlerce kadın-erkek mahkûma eve dönüş yolu açılıyor mu? Hayır.
“Bahrden Nehre” yani Akdeniz`den Ürdün Nehri`ne kadar olan topraklar iade mi ediliyor? Hayır. Soruları çoğaltmak mümkün…
O halde, Batı ve ABD`nin lutfettiği “sadra şifa olmayan” bu jestini, son kılık-kıyafet yönetmeliğindeki gibi çözüm olarak ilan edip kutlamalar tertip edenlere ne demeli?
ABD ve İsrail`in oylamada “karşı oy” kullanmasının da, “uyuyanları uyandırmama” adına ortaya konulmuş “şeytani bir taktik” olduğunu sanırım belirtmeye gerek yok.
Meselenin daha iyi anlaşılması için, Türkiye topraklarının Hakkâri ve Van`dan başlanarak İstanbul`a kadar işgal edildiğini varsayalım. Ardından birilerinin kalkıp:
-Ey Türkiye Cumhuriyeti! Gelin çözüme bakalım. Trakya bölgesini ve sizin için önemli olduğunu bildiğimiz İstanbul`un yarısını size verelim. Diğer yerler de o işgalci devletin olsun.
Böylesi bir çözümü kendileri için “zül” olarak addedecek birilerinin, başkenti Doğu Kudüs olan ve topraklarının beşte dördünün İsrail`e verildiği iki devletli bir çözümü(!) zafer olarak ilan etmeleri, hakkaniyete uygun değildir.
Ayrıca, “İki devletli çözüm” formülünü yeni bir projeymiş gibi sunmaya kalkmak da tam bir “Şark Kurnazlığı”dır; zira bu, öteden beri ABD ve İsrail`in BM aracılığıyla İslam dünyasına kabul ettirmeye çalıştığı, “Lozanvari” bir antlaşmadır.
Böyle bir antlaşmanın kabulü, 1917 Balfour Deklarasyonu ile başlayıp 1948`de devletle neticelenen Siyonizmin ciddi bir zaferi olacaktır. Çünkü şu ana kadar İsrail`in varlığını ve meşruiyetini kabul etmeyip onu yok sayan direniş grupları, böylelikle bu zilleti kabul etmiş olacaklardır.
Hamdolsun ki direniş cephesinden yapılan açıklamalar, bu oyuna gelinmeyeceğini ortaya koyuyor. BM`deki oylama sonrası Filistin`de kutlama yapanların El-Fetih mensupları olduğunu söylemekte yarar var.
Esasen bu, şaşılacak bir durum da değildir, çünkü El-Fetih lideri Mahmut Abbas, birkaç hafta önce özel bir İsrail televizyonunun kendisi ile yaptığı mülakatta aynen şöyle söylüyordu:
-Doğduğum kent olan Safed`de yaşamak istemem, çünkü orası artık İsrail toprağıdır. Oraya ancak turist olarak gelmek isterim.
Bu sözler, doğduğu toprakları bile işgalcisine gönül rahatlığı ile verecek kadar “mankurtlaşmış” ve ruhunu şeytana satmış bir zavallıya ait olabilir.
Üzücü olan bir diğer husus ise, Türkiye adına antlaşmaya imza koyan yetkililerin, her fırsatta torunları olmakla övündükleri 2.Abdülhamid`in Yahudiler için öngördüğü çözüme sırt çevirmeleri, farkında olarak ya da olmayarak bu tuzağa katkı sunmalarıdır.
60 yıllık siyasi tarihten ders alanlar, son BM kararının direniş gruplarının direncini kırmaya yönelik olduğunu ve silahlı mücadelenin, İsrail lehine “diplomatik vaatlere umut bağlayacak bir sürece” kapı aralayacağını iyi bilmektedirler.
Temennimiz, yıllar yılı, Kurtuluş Savaşı`nın Lozan`da, “masa başı diplomasisi” ile hezimete dönüştürüldüğü tezini işleyenlerin, benzer bir akıbeti Filistin`e reva görmemeleridir.
Yoksa birileri, Lozan aktörleri İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur ve Yahudi Haham Hayim Nahum`un rollerini güncellemeye kalkarsa durum pek iç açıcı olmaz.