İslam ahlakına göre toplu yaşamak zorunda olan insanlık, bu yaşayışın uyumlu olarak sürdürülebilmesi ve hayata iyiliğin hâkim kılınabilmesi için birtakım kurallara uymakla mükelleftir.

Her birey iyiliğin yaygınlaşması, kötülüğün de önlenmesine gücü nispetinde katkıda bulunmakla yükümlü kılınmıştır.

Bu yükümlülüğü “Emr-i bi`l ma`ruf nehy-i an`il münker”şeklinde kurumsallaştıran Din-i İslam-ı Mübin, bu görevin yerine getirilmesini, her Müslüman`ın sosyal statüsüne, maddi ve manevi gücüne göre katılmak zorunda olduğu bir sorumluluk olarak ihdas etmiştir.

Buradaki İslam`dan kastımız, sentezsiz, montajsız, katışıksız, mutlak anlamda vahye dayanan ve Sünnet-i Seniyye ile pratize edilmiş “Ed-Din”dir. Yoksa Amerikancı İslam, Ilımlı İslam, Türk- İslam, Kürt- İslam, Arap-Fars İslam veya Pavlus`a özenen efendi-hocalarca, dünya istikbarını rahatsız etmeyen “göktanrıcı”, diğer bir ifade ile “Sezar`ın hakkını Sezar`a, Tanrı`nın hakkını Tanrı`ya verme” anlayışına dönüştürülmeye çalışılan muharref din değil elbette.

Bu sorumluluk bir anlamda, Kuran`daki ifadesi ile “Yeryüzüne Salih kulların hâkim olması(Enbiya-105)” idealine hizmet etme sorumluluğudur.

Bu görevin önemi ve kapsamı, Yüce Allah tarafından şöyle belirtilir:

“İsrailoğulları`ndan kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, kâfirlerle dostluk kurduklarını görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür: Allah onlara gazabetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! (Maide,78-79-80)”

Hz. Peygamber(SAV) ise, ayete harfi harfine uyan şu hadis-i şerifi ile meselenin ehemmiyetine dikkatleri çekmiştir:

“Allah`a yemin ederim ki ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz ve zalimin iki elini tutup onu hakka çevirir, doğruluğa zorlarsınız veya (bunu yapmazsanız) Allah sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrailoğulları`na olduğu gibi size de lanet eder.(Ebu Davud)”

Türkiye`de son on yılda yaşanan gelişmeleri göz önünde bulundurarak,  28 Şubat`ın bin yıl değil, on beş yıl dahi sürmediğini “zafer kazanmışlık” edası ile haykıranlar, tahribatın boyutlarını şekilsellik ve birtakım ritüeller üzerinden değerlendirmek suretiyle, zihinlerdeki tahribatın boyutlarına muttali olamamışlar ve bu dehşetengiz hakikati ıskalamışlardır.

Yukarıdaki “nass”ların amir hükümlerine rağmen, ahiretteki korkulara nazaran hiç hükmünde olan dünyalık basit korkular veya ahiretteki kazanımlara kıyasen bir incir çekirdeğini doldurmayacak ufacık çıkarlara odaklanıp haramları kanıksayan ve münkerat karşısında, “Neme lazım” deyip geçiveren insanlar olduk.

“Ortamı bozmayalım, dünden daha iyiyiz, aman yönetenlerle ters düşmeyelim!” diye hiçbir şeyi eleştirmeyen, dünyevi ikbal ve hırslara kilitlenmiş “Suskunlar Sürüsü”ne dönüşüverdik.

Sadece kendimiz susmakla kalmadık, çevremizdekileri, sevdiklerimizi, aile fertlerimizi de “Akıllı olun, bize yakışanı yapalım!” adına susturduk.

Hal böyle olunca “korku kültürü” ile donanmış, kılı kırk yarma dikkati içinde zülfü yâre dokunmayan, emrolunduğu şeyi hikmetlice ve beyinleri çatlatırcasına söylemekten imtina eden, duyarsız fertler oluverdik.

Üstelik “Yestehibbune`l hayated-dünya” ayetinin kapsama alanına girerek ahirette “müflis” konumuna düşme ve yukarıdaki ayetin hükmü gereği lanetlenme tehlikesi ile karşı karşıya kalma da cabası…

Tarihten ilginç bir olayı aktararak meramımızı daha net ifade edelim:

Kanuni, ihtişamının zirvesinde olduğu günün birinde,  “Osmanlı çöküş yaşar mı?” diye sorar kendine ve bu meseleyi, çoğu konuyu danıştığı Yahya Efendi adındaki meşhur âlime bir mektup ile iletir.

Ayrıntılarını buraya almadığım bu uzunca mektuba Yahya Efendi`nin cevabı gayet kısa olur:”Neme lazım be Sultanım!”

Cevaptan bir şey anlamayan Sultan, kalkıp Yahya Efendi`nin Beşiktaş`taki dergâhına gelir ve “Üstadım, anlaşılan sorumuzu ciddiye almamışsınız” diyerek sitemvari konuşur. Bunun üzerine Yahya Efendi: “Sultanım! Sorunuzu ciddiye almamak mümkün değil, cevabımı yanlış anlamışsınız. Size şunu anlatmaya çalıştım:

Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar artsa, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, mazlumların ve kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu taşlardan başka kimse işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Hazine boşalır. Halkın devlete güveni ve saygısı azalır. Düzene uyma isteği azalır. Çöküş ve yıkılış böylece mukadder hale gelir.”

Bunu dinlerken ağlamaya başlayan Sultan, söylenenleri başını sallayarak onaylar ve teşekkür eder.

Son günlerdeki tepkisizlikleri “Aşırılıkları törpüleme ve gaz alma” şeklinde değerlendirip bunu bir marifetmiş gibi sunanlara, vakaya bir de bu gözle bakmalarını salık veririm.