Başbakan Binali Yıldırım, “Afrin`i Afrinliler yönetecek!” dedi. Altı doldurulmak ve hakkaniyete uyulmak şartı ile bunun doğru bir yaklaşım olduğunu hemen belirtmeliyim.

Ancak birkaç yıl önce Suriye`yi yönetecek olan muhaliflerin Türkiye`nin öncülüğünde İstanbul ve Antalya`daki hezimetle neticelenen görüşmelerini de göz önünde bulundurmak gerekir.

“Su-i misal emsal olmaz” anlayışının haklılık kazanmasını yürekten temenni ediyorum, zira Suriye meselesi artık İslam dünyasını fiilen tüketmeye başladı.

İttifaklar günlük hatta anlık olarak değişmeye başladı artık.

Kardeşlik, dostluk, ahde vefa, sözünde durma, kadirşinaslık gibi kavramlar silindi gitti lügatlerden.

Daha ne olacağını da hadiseleri gidişatına göre analiz etmeye çalışan sadece bizler değil, fiilen işin içinde bulunan güçler dahi kestirebilmiş değil.

ABD, bir taraftan NATO müttefiki Türkiye`yi “Rusya, İran, Esed cephesinin YPG`den daha büyük bir tehdit olduğuna” ikna etmeye çalışırken, diğer taraftan Beyazsaray`daki son atamalarla Türkiye`yi çok da memnun etmeye gerek yok” anlayışındaki bürokratların sayısını artırıyor.

Türkiye ve İslam dünyasına karşı şahin duruşlarıyla temerküz etmiş, yeni Dışişleri Bakanı Pompeo, yeni CIA başkanı Gina Haspel ve yeni güvenlik danışmanı John Bolton siyonist lobilerle içlidışlı ve Ortadoğu denilen İslam Coğrafyası`na sadece “israil`in güvenliği” penceresinden bakan isimlerdir.

Tillerson ile Çavuşoğlu arasında 19 Mart`ta planlanan görüşmenin Tillerson`un kovulması üzerine gerçekleşmemesi, Afrin sonrasına dair bir belirsizlik oluşturmuş durumdadır.

YPG`nin Kuzey Suriye`deki hâkimiyetinin tamamına karşı olan Türkiye de esasen ne yapacağını bilemez durumdadır.

Bir taraftan israil`in güvenliğine odaklı politikalarını “Esed gitsin, Suriye üçe bölünsün, Rusya`nın desteği ile Suriye`de nüfuzunu artıran İran kuşatılsın!” şeklindeki sofistike plan ve yöntemlerle perdeleyen ABD cephesi.

Diğer yandan ise “Esed kalsın, Suriye`nin toprak bütünlüğü korunsun!” diyen Rusya-İran-Şam rejimi cephesi.

İlk cephede yer alması Türkiye`yi hem komşu ülkeleri ile karşı karşıya getirecek hem de YPG`nin en azından Fırat`ın doğusundaki hâkimiyetini tanıma gerçeği ile karşı karşıya getirecektir.

İkinci cephede yer alması ise, Türkiye`yi ABD ile karşı karşıya getirecek ve yedi yıldan beridir kırmızıçizgisi olarak ilan ettiği Esed`in devrilmesi anlayışını revize etmesini gerektirecek.

Öte yandan Beyazsaray`da gittikçe artan Pentagon ağırlığının son atamalarla iyice gün yüzüne çıkması, ABD Kongresi`nde Türkiye`ye karşı yaptırım seçeneğinin tartışılmaya başlanmasını da beraberinde getirdi.

Hele hele Rusya ve İngiltere arasında yaşanan Skripal casus krizine ABD ve Avrupa ülkelerinin müdahil olarak birçok diplomatı ülkelerinden kovma kararı alması, Ankara`yı iyice endişelendirmiş durumdadır.

Geçen hafta içinde Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Volkan Bozkır başkanlığındaki bir heyetle Washington`a bir çıkarma yapan Türkiye hiç olmadığı kadar yükselen tansiyonun yaptırıma dönüşmemesi için yoğun bir diplomasi trafiği başlatmış durumdadır.

Rusya`dan satın alınmak istenen S-400 füzelerine karşılık yılan hikayesine dönen F-35 savaş uçakları ile Patriot`ların yoğun bir pazarlığa konu edinildiğine şüphe yok.

Afrin sonrası hem Menbiç hem Fırat`ın doğusu hem de bir mayın tarlasına dönen Suriye meselesinin nasıl bir seyir izleyeceğini bu görüşmeler belirleyecek.

Umarım Türkiye, köprünün altından akan bu kadar suya rağmen ABD ile ortak hareket etmek gibi cinayete imza atmaz.

Türkiye`nin başından beri yapması gereken şey belli aslında:

Komşuları ile arasını iyi tutmak, bölgedeki bütün aktörlerle ABD`nin aracılığına gerek duymadan çözüme yönelik ilişkiler gerçekleştirmek ve eşzamanlı olarak bir devlet politikası olarak benimsediği Batıcılıktan tevarüs ettiği iç sorunlarını acilen çözüme kavuşturmak.