Osmanlının dağılmasından sonra Batılıların bir politikası olarak, Osmanlı toprakları içinde barınan bütün etniklerin bağımsızlığı düşünüldüğü gibi, Kürtlerin de bağımsızlığı düşünülmüştü. Hatta buna ihtiyaçları vardı. Çünkü Osmanlı`nın kalıntısı olan Türkiye, bir merkez olarak ne kadar küçülse o derece işleri kolaylaşmış olacak, planları daha rahat tutmuş olacaktı. Ancak Kürtler içinde lider konumunda olanların dindarlığı ağır bastığı için Kürtlerin bağımsızlığı engele takıldı. Hatta Sevr Antlaşmasında buna açıktan kapı aralandığı halde, söz konusu durumdan dolayı Lozan`da tekrar askıya alındı.
Ancak önemli bir potansiyele sahip olan dindar ve cesur bir halkı öyle ara yerde idare etmek de kolay değildi. Bunları tek bir devletin mahiyetine vermek de ileride sorun yaratırdı. O halde mutlaka ve mutlaka bunları parçalayıp etkisiz hale getirmek gerekiyordu. İşte budan dolayı Batılı emperyalistler, Kürdistan topraklarının önemli bir parçasını Türkiye`ye, bir kısmını İran`a, bir kısmını Irak`a ve az bir kısmını da Suriye`ye ilhak etmek suretiyle periyodik olarak Kürdistan`ı dörde böldüler.
Emperyalistlerin, aralarına çizdiği sınır hatlarıyla, tel örgülerle koca bir halk paramparça edildi, birbirlerine karşı yabancılaştırılıp ayrı gayrı hale getirildi. Akrabalardan biri hattın bu tarafında diğeri öbür tarafında sıladan kopuk, buruk, acı ve yabancı… Kaçak yollarla görüşmek için dağlar belki geçit verirdi, ama ovalarda gerilen tel örgüler, mayın tarlaları ve insanlar asla…

İşte size Türkiye-Suriye sınır şeridi! Yıllar yılı hasret, elem ve keder içinde birbirinden kopuk ve birbirlerini göremez tanıyamaz oldular. Hatta kaçak yollarla görüşme imkânını da ortadan kaldırmak için cebren sınır boylarından göç ettirildiler. Hafız Esat`ın, sınır boylarındaki Sünni Kürtleri Suriye`nin içlerine sürüp yerlerine Nusayri Arapları getirip yerleştirmesi ve hala “hattulahmer” (kırmızı hat) diye bilinen bir tampon bölge oluşturması bu zalimane ve insafsızca uygulanan politikanın sadece bir parçasıdır.

Sınırın Türkiye tarafı ise, daha da kaskatı… Derd`i maişet veya sılaya kavuşmak için sınırdan geçmek isteyenler ölümü göze almaları lazım. Nusaybinli bir arkadaşım yıllar önce anlatmıştı; “Bizim köyde erkeklerin çoğu tahta ayaklı gezer. Sınırdan mayın tarlasını geçerken mayına basmış ve bunun neticesinde ya hayatını kaybetmiş ya da vücudunun bir parçasını… Şimdi mayın tarlalarını kaldırmışlar, ama tel örgüler arkasından ateşli silahlar ölüm kusmaya devam ediyor.”
Sınırın Türkiye-Irak bölgesine gelince; bu bölgenin tamamı dağlık ve derin vadilerden oluştuğu için geçişlerin engellenmesi mümkün değildir. Dolayısıyla halkların birbirlerine karşı fazla yabancılığı olmadığı için akrabalık ilişkileri de ticaretleri de halen devam etmektedir. Ancak bölgenin başka bir gelir kaynağı bulunmadığı ve İran sınırında olduğu gibi serbest sınır ticareti de olmadığı için insanlar kaçak olarak bunu yapmak zorunda kalıyorlar.

Ne var ki Uludere olayında bu da bu insanlara fazla görüldü. Teröre göz yumarız, ama kaçakçıya göz yummayız dercesine başlarına bomba yağdırıldı, vücutları parçalandı. Zavallılar zaten bunu hem PKK`ya, hem de karakol komutanlarına haraç ödeyerek ancak yapabiliyorlardı. Ama bu defa daha büyük ödediler. Hatta “kırk katır mı istersin? Yoksa kırk satır mı?” hikâyesi bile geride kaldı. Çünkü onlar bu defa kırk katıra 35 canlarını da katarak ödediler. 

Aslında Uludere`de işlenen bu olay, bölge halkı üzerinde oynanan oyunların ne ilki ne de sonuncusudur. Devletin bölge halkına bakışı böyle devam ederse bunun daha çok tekrarları yaşanır. Bölgenin ekonomik ve darboğaz şartları bir yana, sınırın bu tarafında o tarafında akrabalık ilişkileri ve kültür bağları vardır. Bu bağları koparmak sılayı rahmi kesmek ise, başlı başına bir cinayettir. Umarım Ak parti hükümeti ve özellikle Başbakan bunu görmüş ve bunun çözümünü dördüncü şansa bırakmayacaktır.

Eğer rutin devlet politikasına bırakılırsa daha çok masum insanın canı yanacak ve daha çok kere özür dilemek zorunda kalacaklardır. Eğer bu davulun sesinden kendileri sorumlu tutuluyorsa tokmağı tutan ele de hâkim olmaları gerekir. Zaten Lozan`da teslimiyet imzasını koyduktan sonra tümüyle Batıyı kıble edinen cumhuriyet Türkiye`si, bir gün olsun dönüp arkasına bakmamıştır. Ak partinin son bazı uygulamaları hariç kendilerine belirlenen sınırların içine kapanarak İslam dünyasına karşı kör ve sağır kesilmişlerdir. Allah basiret ve insaf versin temennisiyle…