Yeryüzünde en kutsi dava şüphesiz ki, Tevhit davasıdır. Bu davanın yükünü omuzlayanların yegâne gayesi, amacı yalnızca Allah`ın hoşnutluğunu kazanmak ve tüm işlerini onun rızasına uygun şekilde yapmaktır.

 

 

 

Zira Allah`ın rızası olmaksızın kazanılan tüm başarıların ve ihlâsla yapılmayan amellerin uhrevi bir sevabı olmadığı gibi; dünyevi bereketleri ve kalıcı neticeleri de yoktur.

Kur`an`ı Kerim`e göre, temeli ihlâs ve takva üzerine kurulmayan hareketler, hemen yerin üstünde kökü çürümüş ağaca benzerler. Ufak bir fitne rüzgârıyla devrilip giderler. Ama temeli iman, ihlâs ve takva üzerine kurulmuş olan hareketler; saçaklarını yerin derinliklerine geçirmiş, kökü üzerine yükseldikçe yükselmiş ve sürekli meyvesini veren ağaç gibidirler. Her türlü fitne fırtınaları gelir geçer de o yine dimdik ayakta kalır. Şeytan kolayca ona ilişemez ve şeytanın oyunları onda işlenemez.

İşte bu bilinçle yapılan ameller ancak başkalarının hidayet vesilesi ve kurtuluş umudu olabilir. Ve bu ruhla yetişen önderlerdir ki, toplumlara rehberlik edebilir, onlara kurtuluş reçetesi olabilirler. En gaddar düşmanlarıyla karşılaşsalar bile mücadelede şahsi kin ve garazlarını araya koymaz, nefsi bir harekette bulunmazlar. Peygamberler gibi muhatapları dalalet yolunu tutup yok olmak isteseler bile yine de hidayetleri için mühlet tanır ve bağışlanmalarını isterler:

“Ey kavmim! Niçin iyilikten önce kötülük konusunda (kötülüğün başınıza gelmesinde) acele ediyorsunuz. Merhamet olunmanız için Allah`tan bağışlanma dilemeniz gerekmez miydi?” (Neml: 46)

Mücadelede asıl olan muhatabını ilzam etmek, susturmak değil, ikna edip davaya kazandırmaktır. Gerçekleri izah ederek şüphelerini gidermek suretiyle yanlış yoldan çevirmek, sıratı müstakime iletmektir. Tebliğ mesajı tam ulaşıp anlaşılıncaya kadar gelen tüm eza ve cefalara karşı sabredip katlanmak ve hikmetle mücadeleye devam etmektir. Hatta kavimleri azabı hak etmiş olsalar ve azabın başlarına gelmesini isteseler bile yine de onlara mühlet tanıyıp hidayetlerini dilemektir.

Nitekim peygamberimiz aleyhissalatu vesselam, Taif`den dönerken kan revan içinde, İbni Rabia`nın bağı yanında perişan halini Rabbine şekva edince Allah (c.c), dağlar meleğini göndermiş ve melek ona: “Ey Muhammed! Eğer istersen Rabbinin emriyle Taif`in altını üstüne çeviririm” demişti. Ancak merhamet örneği o yüce peygamber: “Hayır, onlardan iman edecek olanlar olacağını umuyorum” demişti. (İbni Hişam: c. 2 s. 61) Çünkü O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Onların helaki için değil, imanla tanışıp kurtulmaları için gönderilmişti. Onun için Taif halkından bir kişinin iman etmesi, hepsinin helak olmasından çok daha önemliydi.

Yine Hayber günü Hz. Ali (k.v), bir gurup arkadaşlarıyla kendi aralarında konuşurlarken aralarında şöyle bir muhavere geçer: “Hayber`in şu sürü sürü davarları, hurmalıkları, bağları ve arazisi ne kadar güzeldir. Eğer burayı fethedersek Müslümanların maddi bir sıkıntısı kalmayacak” derler. Onlar aralarında bunu konuşurlarken Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem, durumu fark eder ve gelir elini Hz. Ali`nin omuzlarına koyarak: “Ey Ali, Allah`a kasem ederim ki, Allah`ın senin elinle bir insanı hidayete erdirmesi, senin için kırmızı develerden –diğer bir rivayete göre, üzerine şu güneşin doğup battığı dünyadan- daha hayırlıdır” diye buyururlar.

Bunun açık anlamı şudur: “sizin asıl gayeniz düşmanı mağlup etmek, onları esir alıp topraklarını zapt etmek değil, onları imana ve İslam`a kazandırmak ve gönüllerini fethetmek gibi üstün gayeleriniz olsun. Bilmiş olun ki, dünyalık kazanımlar uhrevi mükâfat karşısında çok basit ve ucuz kalır. Allah`ın sizin elinizle birini hidayete erdirip Müslümanların saffına katması sizin için değil Hayber`in sürü sürü davarları, kırmızı develeri, bağları, bahçeleri ve verimli arazileri, şu üzerinde güneşin doğup battığı dünyaya sahip olmaktan daha hayırlıdır.”

Evet, Hz. Ali (k.v), Ogün Resulüllah`tan aldığı bu motivasyon, bu ruh ve bu bilinçle savaş meydanına inince, düşmanın kalbine korku salmış ve Hayber kalesinin kapısını yerinden söküp elinde kalkan gibi kullanmıştır. Ve O alınamaz denilen kaleleri birer birer fethetmeye muvaffak olmuştur.

Bu uyarı sadece Hz. Ali`ye has değildir. Bilakis bütün zamanlara ve nesillere yapılan evrensel bir çağrı ve mutlaka uyulması gereken bir yönlendirmedir. Eğer İslami dava erleri bu bilinçle, bu şuurla hareket eder ve bu ruhla mücadeleye koyulurlarsa Allah (c.c), Hayber günü Hz. Ali`ye bahşettiği büyük zaferleri onlara da nasip edebilir. Bu asla akıldan uzak ve ihtimal dışı değildir. Yeter ki, gaye Allah rızası olsun. O, her zaman dilediği ve layık gördüğü kullarını bu gibi lütuflara muvaffak kılmaya kadirdir.