Tevhide davet eden tüm peygamberlere ve onların yolunu izleyen varis âlimlere ve önderlere karşı ileri sürülen itirazların, yalanlama, karalama ve ithamların hep aynı dille ve aynı yöntemle yapıldığını görüyoruz.
Hakeza tevhide davet eden tüm kutlu önderlerin yolu ve mecralarının bir olduğu gibi, onlara karşı çıkan azgınların kişilik ve karakterlerinin de bir olduğunu müşahede ediyoruz. İşte Kuran`ı Kerim`de onların birçok peygambere karşı ileri sürdükleri itirazların, ithamların, karalama ve yalanlamaların profilini çizen bir anekdot:
“Dediler ki, içimizden tek bir insana mı uyacağız? O takdirde biz, apaçık bir sapıklık ve aptallık içine düşmüş oluruz. Aramızdan zikir (vahiy) ona mı bırakıldı? Hayır! O, pek yalancı ve şımarığın birisidir dediler.” (Kamer: 24–25)
İşte zalimleri risalet davasına düşman kılan yegâne sebep, onların bu fasit mantıkları ve bu basit tasavvurlarıdır. Çünkü onlara göre, birinin peygamber olabilmesi için, ya insanüstü bir varlık olması, ya da kendi içlerinden biri olacaksa bunun olağanüstü niteliklere sahip biri olması gerekir. Yani bunun illa da kendi aralarından biri olacaksa, bunun askeri güce sahip bir kabile reisi ya da servet ve şöhret sahibi biri olması gerekiyordu. Böylece onlar, kendi aralarında uyguladıkları prosedürün, ilahi işlerde de aynen işleyeceğini sanıyor ve ilahi işlerin işleyişini de kendi arzu ve isteklerine göre olursa ancak kabul edebileceklerini, yoksa apaçık bir delilik ve aptallık etmiş olacaklarını düşünüyorlardı.
İşte bu tutum, eski ve yeni tüm cahili toplumların ortak mantığıdır. Nitekim müşrik Mekke toplumu da Hz. Peygamber hakkında aynı mantıkla düşündükleri için, aynı cehaletin içine düşmüşlerdi. Zira onlar da aynı gerekçeleri öne sürerek: “Muhammed de bizler gibi bir insandır, sıradan insanlar gibi muaşerette bulunmakta ve çarşı pazarda alış veriş yapmaktadır. Bu haliyle kalkmış Allah tarafından kendisine peygamberlik verildiğini iddia etmektedir” diyorlardı. Kimileri de: “Bu iş (yani risalet vazifesi) şu iki şehrin büyükleri (yani Mekkeli Velid bin Muğire ile Taifli ibni Abdi yaleyl) den birine gelmesi gerekmez miydi?” diyerek bu husustaki ilahi iradeyi eleştiriyorlardı.
Günümüzde de aynı mantıkla hareket eden çağdaş cahiliye mensupları, tevhidi davanın davetçileri için aynı ithamları, aynı yakıştırmaları ve aynı tutumları sergilemektedirler. O gün olduğu gibi bugün ve yarın da hak dava rehberlerine karşı yürütülen politika, hep aynı karakter arz etmektedir. Falan şahıs falan millettendir, falanca adam falan ırktan ve renktendir ve falan kes falan bölgedendir gibi yaftalarla her birine bir kusur bulmakta ve hiç birini beğenmemektedirler.
Bundan daha yürek yakıcı olanı ise, bazı Müslümanların bu çekişmeyi kendi aralarında yapıyor ve aynı ithamları Müslüman kardeşleri için yakıştırıyor olmasıdır. Öyle ki şu şahıs, şu cemaati, şu meşrebi temsil ediyor, şu âlim falan mezhebi taklit etmektedir gibisinden ayrıştırmalarla, İslamî önderlere kusur bulmakla kitlelerin onlara olan değer ve itibarını yok etmektedirler. Bunun neticesinde de Müslümanlar arasında mutlaka ve mutlaka olması gereken merhamet ve şefkat, sevgi ve saygı yok edilmekte ve halkların İslami önderler etrafında toplanmasını ve ümmet bilincinin yeniden ihya edilmesini baltalamaktadır. Bunu yapanların maksadı ne olursa olsun yaptıkları iş kesinlikle yanlıştır, büyük bir gaflettir. Belki bilmeden dolaylı dolaysız İslam düşmanlarına yardımcı olmakta ve çirkin emellerine hizmet etmektedirler.
İşte ümmetin bu yürek yakan hali karşısında vicdanı sızlayan her Müslüman`a şunu hatırlatmak istiyoruz: Küfrün ve zulmün küreselleştiği bir dünyada, artık Müslümanların uyanıp kendine gelmesi gerekir. Her gün Müslümanların başı ezilir ve kanları akıtılırken, her tarafta küfrün ve zulmün hışmına uğrayıp yurtları işgal edilir, kaynakları yağmalanırken ve hatta öz yurtlarında garip ve zelil yaşarlarken hâlâ birbirleriyle uğraşadurmaları büyük bir gaflettir. Eğer böyle devam edecek olurlarsa hiçbir meselelerini halledemeyecekleri gibi, başlarındaki küfrün ve zulmün ömrünü biraz daha uzatmış ve cesaretini artırmış olacaklardır.
Şu halde, ümmetin bu trajik hâlini ve özellikle Arap İslam coğrafyası ve kuzey Afrika ülkelerinde gelişen son paradigmayı gören başta Müslüman aydınlar, âlimler ve önderlerin aralarındaki iç meseleleri bir tarafa bırakıp bir an evvel ümmetin birlik ve beraberliğini tesis etmek için harekete geçmelidirler. Zira dijital dünyada zaman baş döndürücü bir hızla geçmekte, fırsat çabuk elden kaçmakta ve şartlar aleyhe işlenmektedir. Zamanı gelmişken yapılmayan işlerin, atılmayan adımların sonradan münakaşası yersizdir ve bir şey değiştirmeyecektir.