Müslümanlar, genellikle zekâtlarını Ramazan ayına denk getirerek bu ayda zekâtlarını verdiği için bu haftaki yazımızı zekât konusuna ayırmayı uygun gördük. İslam deyince imandan sonra ilk akla gelen iki rükün vardır. Bunlardan birincisi namaz, ikincisi de zekâttır. Kitabımız Kuran-ı Mübin, namazla zekâtı hep bir arada yan yana zikretmektedir. “Namaz kılın!” derken, ardından da “Zekâtı verin!” diye emreder.

Bir şeyin önemi, insanlığın ona olan ihtiyacı ve temin ettiği fayda ile ölçülür. Zekâtın; zekât veren, zekât alan ve zekât alınıp verilen toplumda sağladığı faydalar göz önüne alındığında, ne derece büyük bir önem ifade ettiğini daha iyi anlamış olacağız. Zekât, her şeyden önce kulun Allah`ın emrine itaat edip, kulluğunu göstermesinin en güzel nişanesidir. Çünkü zekât vermeyi Allah emretmiştir. Kulun vazifesi; öncelikle neden ve niçinini araştırmadan Rabbi tarafından emrolunduğu şeyi yapmasıdır. Müslüman; sevdiği, inandığı Rabbinden aldığı emri, canının yongası olan malın hiç bir maddi karşılık beklemeden vererek, kulluk borcunu en güzel şekilde ödemiş olur. Bunun yanı sıra zekât kişiyi, günah ve cimrilik kirlerinden temizler. İnsandaki, mal sevgisini kırıp, Allah sevgisinin ön plana geçmesine sebep olur: “Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah`ı anmaktan alıkoymasın, kim böyle yaparsa onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridirler” (Münafıkun, 9)

Zekât fakirler açısından da son derece önemlidir ve onlar için en büyük garantidir. Çünkü o sadece fakirin hakkıdır ve mutlaka fakire verilmelidir. İnsanların koydukları vergilerin toplanma ve sarf edilme yerleri devirlere ve devletlere göre değişebilir. Devlet gelirlerinin sarfında fakirlerden çok zenginlerin gözetildiği de olabilir. Kaynak ve harcama yerini Allah ve Resulünün tespit ettiği zekât ise böyle değildir. Bunun kimden alınıp kime verileceği Kur`an`da belirtilmiştir. Bunu hiç bir kimsenin değiştirmesi mümkün değildir. Yani bu fon sadece Kuran`da belirlenen sekiz sınıf için kullanılır.

Zekâtın, toplum açısından önemi; zekâtı veren ve alan açısından öneminden daha aşağı değildir. Allah (c.c), insanların tümünü aynı kabiliyet ve güçte yaratmamıştır. İnsanların fizikî yapılarında olduğu gibi mali güçlerinde de farklılıklar vardır. İnsanlar; ya zengin ya fakir ya da orta hallidirler.

Dünyanın çeşitli yörelerinde zenginlerin alabildiğine lüks ve israfa dalmaları, sayelerinde kazanç sağladıkları fakirleri düşünmemeleri, onlara yardım ellerini uzatmamaları, fakirlerin kendilerine kıskançlık ve kin duymalarına sebep olmuştur. Bunun neticesi olarak da toplumlarda sosyal patlamalar, huzursuzluklar ve isyanlar baş göstermiştir.

İşte zekât, bütün bu olumsuz hadislerin önünde en büyük engeldir. Toplum içerisindeki fertlerin düşecekleri dar durumlarda onları koruyan sosyal bir düzendir. İnsanlar arasındaki dayanışmanın sağlanmasına yardımcı olur. Zenginle fakir arasındaki mesafeyi daraltır. Fakirin gönlünde zengine karşı doğabilecek kıskançlık ve kinleri söndürür. İnsanlar arasında sevgi ve kardeşliği yayar. Böylece; hem fakirin aç, susuz ve çıplak kalmasını önler hem de cemiyetin düzen ve huzurunun bozulmasına engel olur.

Zekâtın namazla aynı ehemmiyet çerçevesinde emredilmesi, İslâm dininin, sadece uhrevî hayat ve ibadetle meşgul olan bir din olmayıp bir medeniyet dini olduğunun, dünya hayatını ahiret hayatından, ahiret hayatını dünya hayatından ayırmayan, ikisini birlikte mütalaa eden bir hayat dini olduğunun delilidir. Bunun tevili mümkün değildir.

Evet, zekât verilerek hem maddi ve hem de dünyevi hayatımız tanzim edilecek, müstakil bir ümmet olmanın fiilî ve maddi ifadesi olan devletin hayat damarı kana kavuşacak, hem de Allah`ın rızası elde edilerek ebedî hayat kazanılacaktır. Görüldüğü üzere zekât ne sırf bir vergi ne de sırf uhrevî maksatlı bir ibadettir. Ama her ikisidir de: Hem devletin hayatiyeti olan vergi hem de ahiretin şartı olan en büyük ibadettir.

Şu halde zekât, İslam`ın köprüsüdür: Ahiret yakası ile dünya yakası arasına atılmış, ikisini birleştiren bir köprü; fâni ile bakiyi, ümmetle devleti, fakirle zengini, madde ile manayı, Allah`la kulu birleştiren bir köprüdür. Zekâtla zenginin malı kirden, ruhu cimrilikten temizlendiği gibi, fakirin de gönlü kinden temizlenir. Böylece cemiyetin iki zümresi barış ve güven içinde yaşar. Zekât farizasına uyarak yardım elini uzattığı fakir zümreye zenginin merhamet hisleri uyanır, fakir de zengine hürmet ve muhabbetle dolar, müteşekkir olur. Bu, bir cemiyetin huzuru ve saadeti için şart olan toplumsal barıştır.

Bugün batı toplumunda böyle bir müessesenin yokluğu, cemiyette proleter ve burjuva olmak üzere birbirine düşman iki zümre ortaya çıkarmış, Fransız İhtilâli ile kavgaya dönüşen bu sürtüşme ve hizipleşmeler, en sonunda işçi patron ikiliğine yani beşerin ebedi kavgası demek olan komünist kapitalist dünyalar safhasına ulaşmıştır. İslam dünyası ise, zekât müessesesi sayesinde bin beş yüz yıldır böyle bir kavgadan uzak yaşamıştır. Müslümanlar bu müesseseyi canlı tuttukları müddetçe ihtilalci ve komünist fikirler İslam cemiyetinde gelişemeyecek ve tutunamayacaktır.

Ancak esefle belirtmek isteriz ki, bugün zenginlerin çoğu zekâtını hakkıyla vermemektedirler. Arabaya zekât düşmüyor, binaya düşmüyor, fabrikaya düşmüyor, altına düşmüyor... Diye duymuşlar. Peki, bunların aynına düşmüyorsa gelirine de mi düşmüyor? İşte burayı kimse kurcalamıyor ya da kurcalamak istemiyor! Zengin zaten nakit parayı elinde tutmuyor, hemen yatırıma dönüştürüyor. Belki biraz da borca girerek sürekli işini büyütmeye çalışıyor. Eee bu durumda ticari zekât sadece borçla harçla açılmış bakkallara mı kalıyor!

O halde, bu işi günümüzün uzman âlimlerine sormamız gerekiyor: Selef âlimlerinin yaşadıkları devirlerde, büyük çapta atölye ve fabrikalar, kira elde etmek için yaptırılıp kiraya verilen binalar ve büyük taşıt araçları yoktu. Onun için bu tür malların zekâtları konusunda büyük imamlardan fazla bir şey nakledilmiş değildir. Sadece Ahmed b. Hambel ‘den, evini kiraya veren bir kimsenin, kirayı alınca onun zekâtını vermesi gerektiğine dair bir görüş nakledilmiştir (İbn Kudame, el-Muğni, III, 29, 47). Asrımızın fıkıhla uğraşan tanınmış âlimlerinden Muhammed Ebu Zehra, Abdulvahhab Hallâf ve Abdurrahman Ahsen`in 1952 senesinde Şam`da yaptıkları bir toplantı neticesinde vardıkları sonuca göre: Bu tür malların zekâtları menkul ve gayrimenkul oluşlarına göre değişir. Kiraya verilen bina, dükkân ve fabrika gibi gayrimenkul (taşınmaz) olanlar araziye benzerler. Yani bunların aynından zekât alınmaz. Toprak mahsullerinde olduğu gibi Gelirlerinden % 5 veya % 10 oranında zekât alınır. Eğer masrafları çıkarılmak suretiyle bu malların safi gelirleri tesbit edilebilirse zekât oranı % 10, safi gelir tesbit edilemiyorsa zekât oranı brüt gelirin % 5`i dir.

Otobüs, kamyon ve gemi gibi taşınır nakliye vasıtalarının zekâtları ise; kendi kıymetlerinin % 2,5 dir (Karadavi, Fetvalar, I, 476-479). Ancak, Yusuf el-Karadavi, bu tür malların taşınır ve taşınmaz diye bir ayırma tabi tutulmadan birlikte mütalaa edilmesi gerektiğini söyler (Karadavi, Fetvalar, I, 480)