Kur`an-ı Kerim`de, “iman-amel” kelimeleri çoğunlukla bir arada zikredilmektedir. Şu var ki önce iman sonra amelden bahsedilerek bir tertip ile gelmektedirler.

Kelamcıların cumhuruna göre her ne kadar amel, imandan bir cüz ve rükün değil ise de ikisi arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Çünkü ibadet ve salih amel, sahibinin imanını olgunlaştırır. Allah`ın vadettiği ve Resulullah(SAV)`ın müjdelediği ebedî nimetleri ve ilahi rızayı kazandırır.  

O halde, kalpte bulunan iman nurunu parlatmak ve onu kuvvetlendirerek kemale erdirmek için salih amel yapmak gerekir. Çünkü eseri dış hayatta ve toplumda görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir. Dinin de dinin temeli olan imanın da bir hedefi ve bir gayesi vardır. Bu hedef, Allah`ın rızasını kazanmaktır. Allah`ın rızası ise yalnız iman ile değil, imanın meyvesi olan salih amelle yani inanılan şeylerin icabını bilfiil yapmakla elde edilir. Gönül sahasından çıkmayan bir inancın, amelî ve hayatî bir kıymeti yoktur. Çünkü bu, imanı kalpte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Hakiki iman, insanı harekete getiren; sahibini iyiye, doğruya, salih amele götüren muharrik kuvvet olmalı; eseri hayata fiilen intikal ederek mümini ve çevresini aydınlatmalıdır.

O halde imansız olarak yapılan ibadet ve amel makbul olmadığı gibi amel ve ibadete sevk etmeyen, kalpte saklı kalan iman da kâfi değildir. Öyle ise imanı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için Allah`ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak suretiyle salih amel lazımdır. İşte bunun içindir ki amel, imanın hakikatine dâhil değil ise de kemalinden olduğunda şüphe yoktur.

Demek ki iman ile amel arasında sıkı bir münasebet vardır. Zira imansız amel makbul olmadığı gibi amelsiz iman da kâmil değildir. İman, amel ile kuvvet kazanır, amel olmayınca zayıflar ve korumasız kalır. Bu yönüyle imanın muhafazası, kazanılmasından daha güç sayılmıştır.

Amel, iman ağacının meyvesidir. Amel, mümin olma iddiasının ispatı, vahyin hayata dönüşmesidir. Amel, imanın zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde alelade söylenilen kuru bir iddia değildir. Bilakis imanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir.

“Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanır ki onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” (Secde:15)

“Müminler ancak o kimselerdir ki Allah`a ve Peygamberine inanırlar, toplumsal bir iş üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.” (Nur: 62)

İman; hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.

İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören sadece müminler değil bütün insanlıktır. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muavenet, sadakat ve iffet baş tacı edilen değerler olarak yerini alacak. İmanın hâkim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kasıp kavuracaktır.

Hiçbir zaman unutulmaması gereken bir gerçek vardır: İman, atom ve nötron bombasını yapan “insan” adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin  ‘kazaya kurban gitme ihtimali yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancıdır. Bir de onun uhrevi kazancı vardır ki o, başka hiçbir şeyle elde edilemeyen nihayetsiz mutluluğun ta kendisidir.