Peygamberimiz sallellahu aleyhi vesellemin İslâm'ı tebliğ etmekle görevlendirdiği dönemin arefesinde Cahiliye devri Arapları boğaz boğaza, bıçak bıçağa gelmiş durumdaydılar. Adaletsizliğin, zulmün kol gezdiği bir dönemde İslam gelmiş ve yepyeni bir toplum ortaya çıkmıştı. Zengin-fakir, efendi-köle ayrımının yapılmadığı, haktan asla ayrılmanın söz konusu olmadığı bir toplum oluşmuştu.

İslam, toplumsal hayatın ana dinamiklerini sağlamlaştırmak için egemenliğin, hükümranlığın temelini adalet üzerinde oturtmuştur: "Allah, İnsanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hüküm vermemizi size emrediyor." Allah'ın bu emrini, önemine binaen her Cuma günü hatip hutbe sonunda minberden inmeden bize hatırlatmaktadır.

Peki, insanlar arasında adalete uygun hükümler verme görevi kimlere verilecek? Allah'u Teâla, tüm insanları içerecek biçimde kayıtsız ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir ifadeyle İslam'ın istediği adalet sadece Müslümanlar arasında geçerli olacak ya da Müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şemsiyesi altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adalet değildir.

İslam'a göre adalet, her insanın, sırf insan olmasından kaynaklanan doğal bir hakkıdır. Bu sistemde adalet hakkının tek gerekçesi insanın "insan" olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adalet dağıtılırken mümin-kâfir, dost-düşman, şu ırktan bu ırktan, siyah derili-beyaz derili, Arap olan-Arap olmayan ayrımı söz konusu olamaz.

Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle ayrımsız, kayırmasız uygulamasını insanlık sadece İslâm'ın eli altında, Müslümanların egemen olduğu dönemlerde, İslam toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir.

İslam'ın egemenlik yetkisini kaybettiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş, ne de tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan insanlıktan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, Müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez.

Filhakika, adalete ilişkin uygulamalar, titiz bir dinleme ve görme duyarlılığını, olayları iyi değerlendirme yeteneğini, şartları ve olguları tutarlı biçimde göz önünde bulundurmayı gerektirir. Bunların yanı sıra şartların ve dış olguların derinine inen bir irdeleme çabasını zorunlu kılar. Son olarak da bu emir, her şeyi "Bilen" ve "Gören" yüce Allah'tan geliyor.

İmdi, adaletin ölçüsü nedir? Bu ilkeler hayatın bütün alanlarında, bütün faaliyetlerinde hangi yönteme göre kavramlaştırılacak, tanımlanacak, belirlenecek ve uygulanacaktır? Acaba adalet kavramının belirlenmesini, uygulama ve gerçekleştirme yöntemlerini insanların geleneklerine, uzlaşmalarına, akıllarının yargılarına ya da keyfi isteklerine mi bırakacağız? Adaleti emreden Allah, şartlarını ve koşullarını da o koyar ve belirler.

Bugün gerek sözde adalet, eşitlik, insan hakları, özgürlük ve demokrasi havarisi kesilen ABD ve Batı emperyalizmi olsun, gerek komünist blok olsun, hiç birisi insanlığın sorunlarına çözüm bulamadı, derdine derman olamadı. Osmanlının bir zamanlar hükmettiği yerler, eksikliklerine rağmen hala onun adaletinden bahsedip duruyor ve özlüyorlar.

Bugün Adalet adına ülkeleri işgal eden Amerikan emperyalizmi, en büyük zulmü kendileri yapıyor. İşgal etmek istediği yerlere girerken hep bu adla giriyor, Ama bugüne kadar icraatları tam bunun tersini göstermiştir. Onların getirdiği tek şey zulüm, kargaşa, işgal ve talandır. İşte Afganistan, işte Irak, işte Suriye ve en son olarak işte Gazze... Necis ayaklarıyla bırakıp gittiğinde de geride büyük bir yıkım, kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamıştır.