Bu gerçeği, kendi peygamberlerine karşı çıkan bütün milletlerin karakterinde açık bir şekilde görmekteyiz. Aslında onları peygamberlerin risaletini tasdik etmekten alıkoyan geçerli hiç bir mazeretleri yoktu. Kimi kavimlere kendi istekleri üzerine açık mucizeler de gelmişti. Ama yine de iman etmekten kaçınmışlardı.

Şu halde, onları imandan alıkoyan mesele, bir tek Allah`a inanıp yalnızca ona kulluk etmek ve peygambere itaat meselesiydi. Haksız menfaat ve saltanatlarının ellerinden gitme endişesiydi. Demek ki, mesele hâkimiyet ve saltanat meselesiydi. Menfaat ve çıkar meselesiydi. Her şey bu iki noktada düğümleniyordu. Zira onlara göre, verilen her mücadele ve savaşımların gerisinde bu maksatlar yatmalıydı. Harcanan büyük çabalar ve ödenen ağır bedeller bunun için olacaktı. Dolayısıyla risalet davasının gerisinde de bu tür şeylerin olduğunu sanıyorlardı.

Evet, insanoğlunun tabiatında mal ve servete karşı derin bir düşkünlük, nihayetsiz bir üstünlük hobisi ve doyumsuz bir saltanat ihtirası vardır. Mal, evlat ve servet çokluğunun ihtirası… Hükümranlık ve üstünlük sevdalılığının ihtirası… İnsanda bu ihtiras duygusu bir kere uyanınca artık hiçbir nasihat ve hiçbir uyarı onu frenleyemez. En beliğ nasihatler dahi onu ikna edemez ve öfkesini dindiremez.

İşte Şeytan aleyhillane, bu sevdaya tutulanların, enaniyet gururuna kapılanların ihtiras yularından bir tutunca onları istediği şekilde arkasından sürükler ve esir alıp kendine bent eder. Tarih boyunca yaşanan tüm sınıf kavgaları, tüm grup çatışmaları hep bu iki noktaya isnad etmiştir. Eskide böyle olmuştu, şimdi de böyle oluyor ve bundan sonra da -bu karakter sahipleri olduğu müddetçe- yine böyle devam edecektir.

Şu halde, risalet davasının varisliğini yüklenen tevhidi davanın temsilcileri, fraksiyonların hüküm sürdüğü bir toplumda insanları hakka davet ederken peygamberlerin uygulamış olduğu bu metottan ilham alıp sınıf farklılıklarından uzak durarak, evvela onları akide bağıyla tek bir eksen etrafında toplamaya davet etmelidirler. Tek bir mabuda ibadet ettirmek, tek bir istikamete yöneltmek suretiyle cemiyetin yapısını tabii gerçekler üzerine ikame etmelidirler.

Nihayet bu gerçekler üzerine ikame edilen cemiyetin ilkelerine adapte olamayan muarızlar ortaya çıkıp saflarını belli edince de asla onlara yalvarmamalı ve hala cemiyetin bünyesinde tutmaya çalışıp barındırmamalıdırlar. Bunların bir an evvel ayrılması cemaatin arınması ve selameti için daha hayırlıdır. Ne kadar içerde kalırlarsa o kadar daha fazla kemirir, tahribat yapar ve karışıklık çıkarırlar. Bu hususta “yok efendim cemiyetin birlik ve beraberliği bozulacakmış” gibi gösterilen duygusal yaklaşımlar, gecikmeler onlara daha fazla pirim verecek ve cesaretlerini artıracağı gibi, tahribatın daha da büyümesine yol açacaktır.

Ancak, onlar saflarını belli etmediği müddetçe bu türden kesin kararları almak çok daha tehlikelidir. Nitekim Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem, Medine`deki münafıklar hakkında, saflarını belli etmedikleri için böyle bir uygulamaya gitmemiştir. Bunlar zaman zaman karışıklık çıkardıkları halde ve Allah`ın gönderdiği vahiyle ifsat faaliyetleri ifşa edildiği halde açıktan dışlanmamışlardı. Fakat yakın takibe alınmış ve en ufak bir toparlanmalarına dahi müsaade edilmemiştir. Örneğin Allah`a ve Resulüne harp açanlar ve müminleri tuzağa düşürmek için bir üs olarak açılan Mescidi Dirar, Allah`ın emriyle yıktırılmış ve oradaki münafıklar grubu da dağıtılmıştı.

Bu bağlamda, İslami cemiyetin içinde bulunan ifsat şebekeleri etkisiz kaldıkları müddetçe onlara dokunulamaz. Ama saflarını belli edip kendilerini açığa vurduktan sonra asla onlara fırsat tanınmaz. Kuran`ın açık hükmüne göre; eğer müminlerin bunlara karşı savaşma gücü varsa derhal onlara karşı savaş ilan edilir ve kanları heder edilir. Şayet esir alınmadan kendi iradesiyle gelip teslim olur ve tevbe ederlerse affedilip serbest bırakılırlar. Amma müminlerin bunlara karşı mukavemet gücü yoksa onlara beddua edip Allah`ın yardımına iltica edilecektir. İşte o zaman Allah (c.c), geçmiş kavimleri helak ettiği gibi, katından göndereceği semavi veya arzi bir afetle onları yok etme gücüne sahiptir. Bu Allah`ın değişmeyen bir kanunudur. Allah`ın kanununda asla bir değişiklik göremezsiniz. Ancak müminlerin beşeri gücü olduğu ve onlar bu gücünü kullanmadığı müddetçe Allah da onlara bu tür yardımlarını