İlk Müslüman nesillerin zihinlerinde, sonraki nesillerde görülen dünya ve âhiret arasındaki ayrımcılık yoktu. Onların duygu, düşünce ve tasavvurlarında, ahiretten tamamen kopmuş yalnız dünya için olan ve dünyadan kopmuş yalnız âhiret için olan ameller yoktu. Onlar için dünya olmazsa ahiretin, ahiret olmazsa dünyanın bir anlamı yoktu.
Evet, bazı ameller vardır ki, onlarda tabiatı icabı ruhi yön ağırlık basar: Namaz, zikir ve dua gibi ibadetler bu cinstendir. Bir de fikri yönün ağır bastığı ameller vardır: İlim tahsili ve ilimde ilerleme, siyasi, iktisadi ve savaş-barış gibi hayata dair işlerin idaresi... Duygu yönünün egemen olduğu ameller de vardır; yeme-içme, giyinme, mesken edinme ve cinsel arzuyu tatmin gibi.
Ancak bu farklılık, birinin öbürüyle arasını ayırmaz, birbirinden farklı kılmaz. Çünkü hepsi birbiriyle bağlantılı ve tekleşmiş bir insani yapıdan çıkmaktadır. Bunlardan hiç birisi, diğerinden koparılamaz ve ondan ilgisiz hale getirilemez.
İlk Müslümanların hayatına egemen olan ve tasavvurlarını yönlendiren ibadet kavramı, tüm dünyevi alanları kuşatıyordu. Onların anlayışında dünyanın ahiretten koparılması mümkün olmadığı için, ibadetleri, hayatları, ölümleri ve her şeyleri Allah içindi. Bunun için de onların anlayışında dünya ile ahiret, biri öbüründen ayrılmayan birleşik halkalardı.
Namaz, hac, yeme-içme, Allah yolunda cihad, rızık peşinde koşma, ilim tahsil etme, dünyanın imarı... Hepsi ibadet olarak aynı anda hem dünya hem de âhiret içindir. Gündüz veya gece insanın geçirdiği şuurlu her an ve Allah'a yönelerek O'nun indirdiğine uyarak yaptığı her amel, ibadet çeşitlerinden bir diğeridir. Dolayısıyla mümin, sürekli bir ibadetten öbürüne geçmek durumundadır.
Namaz, zekât, oruç gibi ibadetler, ruhi yönü ağır iseler, bunun anlamı sadece onların ibadet kabul edildiği veya onların dünya için değil de yalnız âhiret için oldukları değildir. Her birinin dünya hayatında gerçekleşmesi zorunlu olan gerekleri vardır. Namaz, kötülükten alıkoyar; zekât, nefsi ve malı temizler; oruç takvaya alıştırır; hac iyiliğe çağırır...
İnsanın hayatta yaptığı diğer akıl veya duyuların ağırlıkta olduğu ameller de geniş anlamıyla ibadet sınırının dışında değildir. Onlarla Allah'a yönelme amaçlandığı ve Allah'ın emirlerine uyulduğu sürece onlar da ahiretten kopmuş ve yalnız dünya için olmazlar. İnsanın yaratılış amacı, ibadet olduğu için tüm davranışları bu amaca hizmet etmektedir. İnsanın hayatının tamamı ve dünyadaki faaliyetlerinin tümü bütünleşerek, varlık gayesini gerçekleştirir.
Evet, ilk Müslüman nesillerin mantığında meseleler böyleydi. Bütün hayatlarını toplayan, aralarını birleştiren, görüşlerini aynı yapan, derin ve köklü anlamıyla "lâ ilâhe İllellah" idi. O zaman da bu tevhid, Allah'tan insanın dünya hayatını düzeltip ahirette güvene ulaştırması için indirilen kapsamlı bir din olur. Bu dinde bir meseleyle öbürünün arası ayrılamaz.
Kur'an-ı Kerim, eski ve yeni cahiliye mensuplarını şöyle tarif eder; "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zaman yokluğa sürükler derler. Onlar sadece zannediyorlar." (Câsiye, 24) Dünyadan sonra hayat olmadığına göre, sonrasını düşünmeden içinde yaşanılan şu an yaşanılır, sorumsuzca, hesap verme endişesi olmadan, canlarının istediği gibi...
Çağdaş cahiliye, eski cahiliyeden daha çok insan fıtratını bozmakta, hayatını parçalamaktadır. Ahiretle bağını koparıp hayatı dünyadan ibaret kabul eden insan, huzuru dünyada da bulamamaktadır. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar intiharlar, çıldırmalar, bunalımlar, stresler, her çeşit psikolojik anormallikler içinde boğulan insanoğlu, dünya görüşündeki bu yanlışlığın acil cezasını, avans olarak çekmektedir.