Yakini bilgi, kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Muttakiler, ahireti gözleriyle görmemişlerdir; ama gözleri yaratan Allah, ahiretin varlığını haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde yanılma ve yanlışlık olabilir, fakat Allah'ın verdiği haberde yanlışlık olmaz. Çölde su görüp de ona doğru koşan insan, çoğu zaman su yerine serapla karşılaşabiliyor.
Bu sebeple muttakiler, Allah'ın haberine gözleriyle gördüklerinden daha fazla inanırlar. "Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecek değiliz" (Casiye: 24) diyen insanlar, mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkâr etmekteler. Ama bu kışın bir baharı, bu dünyanın da bir ahireti vardır.
Ana rahmindeki bebeğe "buradan daha geniş bir dünya var" deseniz, gülüp geçebilir. İşte bu dünya da ahiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde yaşar, büyür ve ölerek ahirette doğarız. Baharda doğan, yazın gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen, kardan kefenlerle toprağa gömülen çekirdeklerin baharda İsrafil'in surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe dönüşmeleri, ahiretin varlığını bize hatırlatan ayetlerdir.
Ahiret konusu, İslam'ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir bilinç, bir şuurdur. Yani insan hayatına yön veren yerleşik bir idrak etmedir. Bu yüzden ayeti kerimede "yukinun (görmüş gibi yakinen iman)" istenmiştir.
Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakinen iman olması, bilinç haline gelmesi, o düşüncenin Tıpkı Hz. Ali keremellahu gibi, gözüyle görüyor gibi arasında yakınlık kurmasıyla mümkündür. Nitekim Hz. Ali, "cennet ve cehennemi gözümle görsem de imanımda bir artış olmaz. Çünkü daha önce öyle inanmışım ve inandığım gibi çıkacaktır." İşte yakini iman budur.
Bir konu hakkında yakine sahip olan kişi, o konu hakkında fikri üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme'l-yakîn olarak bilinen ahiret konusunun ayne’l yakin seviyesine taşınması gerekir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların, ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa bu, hem dünyevi hayatımız, hem de uhrevi hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafasında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevi endişeler olduğunu göreceksiniz.
Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: "Şu anda neyi düşünüyordunuz?" Hiçbirinin, "şu anda bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum" cevabını kolay kolay alamazsınız. İşte büyük gaflet denen olay budur.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak mümkün değildir. Oysa dünyayı, ahiretle birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız gelecek kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimiz olmalıdır.
Bir ayağımız ahirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz ahirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrafil'in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak ancak dünya-âhiret dengesini kurmuş olabiliriz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey fesada uğratmaya biz sebep olacağız.
Ahireti unutup tamamen dünyaya bağlanan "Ad ve Semud" kavimleri hakkında nazil olan şu ayeti kerimeyi dikkatle okumamız ve ibret almamız gerektiğini düşünüyorum. "Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedi kalacaksınız!" (Şuara: 129)