Aklı ve düşünceyi çeldirip fikirde hataya sebep olan meselelerden biri de toplumsal meselelerde kör taklide sarılmaktır. Çoğu insanlar, kalabalıklara uyarak toplumun inandığı şeye inanırlar. Birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse, onlar da aynısına hiçbir delil ve mantık aramadan uyarlar.

Kur'an-ı Kerim, insanlara, bir delil olmadan geçmişlerin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmek yerine; her şeyi akıl ve vahiy terazisiyle ölçerek doğruluk ve yanlışlığını öylece anlamalarını istiyor. Geçmişte nice davranış ve fikirler vardır ki, yanlış oldukları halde halk onları kabul etmiş veya doğru oldukları halde cahillikleri yüzünden onları reddetmiştir. Oysa Kur'an, geçmişlere tabi olmayı akla ters düşen bir husus olarak telaki eder:

"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış idiyseler de mi? (Onların şuursuzluğunu devam mı ettireceksiniz?)" (Bakara: 170)

Bir düşünce ve davranışın eskiliği, onun ne doğruluğunu gösterir ne de yanlışlığını. Eskiden beri doğru kabul edilen ve âdet halinde yaşanan hususların, eski ve köklü olması onun doğruluğuna delil olamayacağı gibi, her eskinin de yanlış olması gerekmez. Eskimek, maddî şeylerde olabilir; fakat evrenin gerçekleri, üzerinden zaman geçmekle eskiyip yıpranmaz.

Kur'an-ı Kerim, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakılmasını istiyor. Başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir görüşü reddetmek veya sadece filan ünlü adama aitmiş diye kabul etmek akla ziyandır. Toplumun istediğini yapmak, çağa veya geçmişlere uyup onları körü körüne taklit etmek Kur'an'ın şiddetle kınadığı bir husustur.

Bu konuyu, fıkıhtaki bir mezhebi ve müçtehitleri taklit etmekle karıştırmamamız gerekir. Çünkü bu fıkıh dalında uzman olanlara müracaat etmek anlamındadır ve yukarıda değindiğimiz meseleler ile hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine âlimlere danışmak Kur'an'ın kesin emridir: "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline, bilenlere sorun." (Enbiya: 7)

Şu var ki aklın da bir sınırı vardır. Zira akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mahiyetini, melekleri, ahireti, Allah'ın zatını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrak sahasının dışında olan gayba ilişkin hususlardır. Aklın faaliyet alanı ise bu kâinat ile (hatta onun çok küçük bölümü ile) sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allah'u Teala insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir.

İnsan meraklı bir varlık olduğu için, ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, ister gayba ilişkin gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise, vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri için kesin doğrudur denemez.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz;

1) Akıl, Kur'an'ı ve sahih sünneti sorgulama konumunda değildir, bilakis Kur'an ve sünneti anlamaya çalışma ve onun hizmetinde olmalıdır,

2) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.

Akıl iki şekilde kullanılabilir. Birincisi insanı dünya ve âhiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü kabul ederse, bu düşünce onu küfre ve dalâlete götürür. Aklın bu tür kullanımı, Kur'an'a göre aklı kullanmamaktır, akılsızlıktır. Fakat aklını usulüne göre ve Kur'an'ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret saadetine iletir.