Ramazan`ın son on gününe girmiş bulunmaktayız. Artık Ramazan`a elveda diyeceğiz. Zaten on beşinden itibaren teravihe başlarken: "elveda ya şehr-i Ramazan" diyerek Merhabadan elvedaya… Ve sona doğru yaklaşıyoruz. Ancak bu ara kimileri bu manevi iklimin peyderpey aramızdan ayrılıp gitmesinin firakı ve üzüntüsünü yaşarken, kalan günlerin daha bereketli geçmesinin ceht ve gayreti içindeyken, kimileri de bitimini iple çeker gibi sabırsızlıkla bundan sıyrılıp kurtulmanın, yakında nefsin isteklerine kavuşmanın sevinci ve heyecanı içindeler.
Bizle birer Müslüman olarak, eğer şu birinci şıktan bir yol izliyorsak sevinelim, şükredelim ve tam bir ihlâsı kazanmak için daha da gayretimizi kamçılayarak şevkle yolumuza devam edelim. Yok, eğer ikinci şıktan yana bir yol izliyorsak üzüntüyle kendimizi kınayalım. Hemen bir pişmanlık duyup niyetimizi halis kılalım. Önümüze açılan bu nimet sofrası kaldırılmadan ondan en güzel şekilde istifade etmeye çalışalım. Bakınız şu hadisi şerif bu manayı ne güzel ifade ediyor:
“Eğer müminler, Ramazan`da elde edecekleri mükâfatın ne kadar büyük olduğunu bilselerdi, yılın tamamını Ramazan olmasını isterlerdi.” (Taberani)
Müminlerin, Ramazan`ın sonlarına doğru daha da ibadete yönelmesi ve yoğunlaşması gerekir. Hatta imkânı olanların Kadir gecesini aramak için son on gününü itikâfa girmeleri gerekir. Zira itikâf başlı başına bir ibadet olduğu halde bu ayın içinde yapılması daha mustehaptir. Nitekim efendimiz aleyhissalatu vesselam, böyle yapardı. Validemiz Hz. Aişe ve Ebu Hüreyre`den rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır:
“Allah`ın Resulü (s.a.v), vefat edinceye kadar Ramazan`ının son on gününü hep itikâfla geçirirdi. Ancak vefat ettiği yıl bunu 20 güne çıkardı. Onun zevce`i tahirat da ondan sonra böyle devam ederlerdi.” (Buhari, Ebu Davut)
Sahabe`i Kiram ve Selefi Salihin, itikâfa çok önem vermişlerdir. Ramazan`ın son on gününü bu şekilde itikâfa girerek ibadete çekilirlerdi. Aslında her müminin böyle bir arınmaya, nefsini tezkiye etmeye ihtiyacı vardır. Ramazan`da nefsini bir miktar yemeden içmeden ve şehevi arzulardan alıkoyduğu gibi bedenini de bir miktar hapsederek dünyevi meşgalelerden uzak tutmasına ihtiyaç vardır. Böylelikle hem ruhunun hem de bedeninin hakkını ödemiş olur. Bunun birçok faydaları vardır. Yeri olmadığı için detayına girmek istemiyoruz. Ama kısaca diyebiliriz ki, bunu yapanlar, ancak gerçek zevkini ve faydalarını anlayabilirler.
Ne var ki, bu kadar büyük öneme ve değere haiz olan itikâf ibadeti, günümüzde unutulmuş gibidir. Aşırı dünya sevgisi ve boş meşgalesi bizi bundan alıkoymuş, unutturup götürmüştür. Bundan daha kötüsü ve esef vericisi ise, dini temsil eden sözde kurumlar, bunu teşvik etmeleri şöyle dursun camileri kapatarak buna engel çıkarmalarıdır. Oysaki buna teşvik etmeleri ve bunun için zemin hazırlamaları gerekirdi. Bu onların asil görevlerindendir.
Mademki camilerimiz onlara emanet, onlara teslim edilmiştir; müminlerin daha rahat ve daha emin bir şekilde oralarda ibadet imkânını sağlamak, oraları tertemiz ve açık tutmak da onların görevidir. Bunun Diyanet İşleri Başkanlığınca kendilerine verilen bir görevden ziyade, Allah`ın kendilerine verdiği kesin bir emri olduğunu bilmelidirler. Kur`an`a göre yeryüzündeki mabetleri yönetmenin, oralarda hizmet vermenin ahlak ve adabı şöyle açıklanmaktadır:
İbrahim`e ve İsmail`e de: “evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutun diye emretmiştik.” (Bakara: 125)
Yeryüzünde inşa edilen ilk mabet Kâbe`dir. Onun görevlileri olan İbrahim ile İsmail aleyhimasselam, bu evin ilk hadimleriydiler. Yani onlar bu evin sahipleri değil hizmetçileriydiler. Bu evin asıl sahibi Allah`tır. O, nasıl emir vermişse öyle hizmet verilecek ve o istikamette hareket edilecektir.
Şu halde, yeryüzündeki tüm mescitler, bu evin yani Kâbe`nin birer temsiliyet mekânlarıdır. Hepsi ona yönelik ve onun birer uydusu hükmündedirler. Dolayısıyla hiç kimse bu mescitler üzerinde sahiplik taslayarak tahakküm hakkına sahip olamaz. Buralarda Müslümanların ibadetlerine bir sınırlandırma getiremez. Zira buralar, hiç kimsenin makam köşesi ve saltanat alanı değildir. Bilakis tüm müminler için eşit mesafede olması gereken maneviyat alanları ve arınma merkezleridirler.
Sözün kısası, Müslümanların kutsal zamanları olduğu gibi kutsal mekânları da vardır. İşte Ramazan ayında itikâfa girmek, bu her iki değeri bir araya getirmekte, birleştirmekte, bir anda ve birlikte yaşama imkânını vermektedir. Bu güzel zaman ve mekânlardan en iyi şekilde istifade edenlerden olmamız dileğiyle.