Suriyelilerle hemhal olan ve ücretli öğretmenlik yapan, Suriye'de iken üniversite hocası olan sığınmacı bir hoca hanıma sormuştum bundan dört yıl önce; elinizde olsa zamanı geri çevirip başa döner miydiniz? diye. Büyük bir iç çekerek “Elbette elbette! Bütün Suriyeliler bunu ister” dedi. Batı, İsrail ve yerli maşaları hariç elbet herkes Suriye'de başa dönmek isterdi.
Suriye'nin düşeceği öngörüsüyle “kazanacak ata” oynamasaydık belki de o iç savaş olmazdı. Bu öngörüsüzlük ve ihtiras istila etmemiş olsaydı Ankara'nın koridorlarını, bugün bambaşka bir tarihi yaşıyor olacaktık muhtemelen. Gazze de bu kadar kolay yok edilmeyecekti. Tarih yazacaktır elbet.
Türkiye de başa dönüyor. Çok geç kalınmışsa da elbette ki çok yerinde bir karar. Zira bugüne kadar İslam coğrafyalarında hiçbir iç meselemizi silah ile çözememişizdir. Elimize silahı aldığımız an Batılıların silahına, parasına ve aklına muhtaç hale geliyoruz. Sonra kullandıkça kullanıyorlar. Elde tuttukları “hazır kıtaları” peşi sıra sahaya sürüyorlar. Arap baharının cereyan ettiği ülkelerin haline bakın; kimlerin eliyle yapıldığını anlarsınız. Tunus, Libya, Suriye ve Mısır eski diktatörlerine rahmet okutuyor. Darmadağın ve paramparçadırlar. O halde bu öngörüde bulunamayan devlet kasıtlı değilse bile nakıstır.
Öyle veya böyle 4-5 milyon Suriyeliye bağrımızı açtık. Nihayetinde gidecekler de. Ancak bunca fedakarlığa rağmen onları bize gönülden bağlı olarak gönderip Suriye'yi “gönüllerle” fethetmek varken “bir akıl” onları düşmanlaştırarak göndermeyi planlıyor. Bu akıl, eğer zımnen onları gitmeye zorlayan “devlet aklı” değilse, devlet, aklına mukayyet olmalı. Minnet duygularıyla gönüllü elçilerimiz olmaları varken, meseleyi “Ümit Özdağ aklına" mal etmek ancak malların inanacağı bir iddia olur.
“Mossad ve CIA yaptırdı” dedirtiyor devlet, yazar çizerlerine. Mossad ve CIA Kayseri'nin kalbine ve beynine sirayet edecek kadar içerdeyse durum çok vahim! Yok eğer devlet bilerek şaşı bakıyorsa durum daha da vahim. Devlet durağan bir tutum sergiliyor meselede. Halen göstermelik tutuklamalar dışında devletin “ağır elinin” ortalıkta görünmemesi önümüzdeki günlerin veya ayların felaket habercisi niteliğindedir.
Öyle veya böyle bize sığınan kardeşlerimizdirler ve onları korumak kardeşlik vazifemizdir. Üzerinde onlarca senaryo yazılabilir ancak bu olay, Almanya’da Türklere saldırı faşizminden çok daha vahimdir. Beş milyon kitlenin top yekûn masum ve kusursuz olması mümkün değildir. Katili de sapığı da çıkar elbet, her ırktan çıktığı gibi. Ancak milliyetçilik ve ırkçılık özellikle 15 Temmuz'dan sonra iktidarın da dört elle sarıldığı en geçer akçe yapılıyor. Irkçılık bu kadar pompalanırsa daha çok büyük tehlikelere gebe olduğunu görmek için müneccim olmak gerekmiyor. Önce evinin içini temizlemeli sonra dışarıya bakmalı.
Çok milletli Osmanlı bakiyesinde milliyetçilik ve ırkçılık ancak karşıtını üretir ve besler. Nitekim yüz yıldır gün yüzü görmedik. Kürt, Arap ve diğer milletler ile İslam ortak paydasında buluşmadığımız sürece, başka ortaklığımız kalmaz maalesef.
İlgili olarak; elbette Türkiye'nin şampiyon olmasını canı gönülden isteriz. Ancak meseleyi Türk İslamcılar dahil topyekûn bozkurt işaretine indirgemesi derin bir yalnızlık hissettirdi bize.