Ne zaman bir bağ bahçe eksem, çitlerle çevirip yaban hayvanlarından korusam, suyunu verip çapasını yapsam, meyveye duran çiçeklerine hayran hayran baksam, elmanın rayihası etrafa yayılsa, işte o zaman tam o zaman; tam da meyve olgunlaşacağı zaman tam da arkama yaslanıp hasadı bekleyeceğim zaman ya bir yel esip gürler ya da bir sel taşıp gelir ve bağı bahçeyi virana çevirip geçer.

                Arkasından yeni bir ekin zamanı, yeni bir hasat zamanı, yeni bir tohum ve çapa zamanını beklemek düşüyor bize. Yeli de seli de unuturuz. Yeni bir heyecan, yeni bir aşk… “Bu defa olacak” deriz.

                Bir inkılâbın ardından bulmuştum kendimi. Tanımıştım etrafı, coğrafyayı. Körpe zamanlarımdı. Tarihin akışı değişmişti. Mazlum ve mahrumların zaferi… Söz söyler saz çalardık. Olmazlar olmuştu. Bir heyecan sarmıştı coğrafyalarımızı. Bir aşk, bir umut… Kudüs’ün esmer tenli mahrum çocukları da bir yar bulmuşlardı, bir yer bulmuşlardı, taş atan ellerini tutacak bir el bulmuşlardı.

                Amed’in çocuklarında bir koşuşturma, bir buluşma, bir oluşma… Bahçe de vardı; kazma kürek de su da… Tohumlar fidana durmuştu. Çapasını da yapmıştık. Tam etrafını çitleyecektik ki “derin” bakışlı kurtlar sığ kafalı yaban domuzlarımızın başına bir başdomuz koyup bahçemize saldılar. Henüz çitlerini muhkemleştiremediğimiz bağımızı-bahçemizi talan ettiler. Uzaktan seyreden kurtlar da viranenin üzerindeki yaralı bereli delikanlılarımızı kapıp gittiler. Yetmezmiş gibi gemledikleri domuzların bağını da bize yazdılar.

                Keçeli’ye yeniden çay koydurtmalıydık. Bağı bahçeyi toparlamalıydık. Komşu köylerde de imar ve ıslah iyi gidiyordu. Şubatın soğuğunun ardından cemre düşmeye başlamıştı. Meltemler eşliğinde serin suların yönünü verimli topraklara yöneltmenin coşkusu bir ses cümbüşüne çevirmişti etrafı yeniden. Toprağımızda hasat almanın hasretiyle yanıp tutuşuyorduk. Bilmem kaç yıl oldu gah sel gah yel vuruyordu. Asırları devirdik.

                Toprak aynı toprak… Hava, su aynı… İklim bozulmuştu bir kere. Küre’yi kötürüm domuzlar sırtlamıştı. Dengesi bozulmuştu döngüsünün; kötürüm kötürüm… Döngüsüyle birlikte dengesi de iklimi de bozulmuştu. Gök amansız gürler, yel zamansız eser. Ayarı kaçmıştı bir kere.

                Sonra bir mahrum kardeşimizin yaktığı ve yandığı isyan ateşinden ‘Esmer’ bir bahar devşirmiştik Arap yarımadasında. Firavunların diyarında saraya bir Yusuf oturmuştu. Bir umut, bir coşku, bir inkılap sarmıştı bizleri. Sarılıyorduk birbirimize. Ama dedik ya dünya bir kötürümün sırtında dönüyordu. O ne zaman sallansa döngü ve denge alt üst oluyordu. Sallandı ve Yusuf asıldı. Oysa öküzün sırtındaydı öncesinde dünya. Sinek öküzü rahatsız etmezse denge ve döngü bozulmazdı. Doğunun öküzü ölmüş Batı’nın domuzu dünyayı sırtlamıştı. Dursa hayat duracak, yürüse denge bozulup sel olacak, yel olacak.

                Yine bir Yusuf hikâyesi ile çile çektik. Bir Yusuf’u bir sarayda görmenin heyecanı… Yıllar yılı bakımını yaptık bahçenin. Özene bezene… Umutla, aşkla, şevkle… 

                Kötürüm dünya işte… Bir “Batı” seferinde bir Batı dilberi bir padişahın aklını başından alırdı; anlardık. Ama bilemedik bir Yusuf gömleklinin bir Batı seferinde yakılmış Mushaf’ın küllerini deryaya savuracağını.