Başkanlık sistemine geçişin ülkenin çokta birbirinden farkı kalmamış iki ana eksene oturacağını 2019’da bu köşede yazmıştık. Dipten gelen ve köklü değişim ve dönüşümlere hizmet eden, kültür sanat ve medeniyete değer taşıyan fikir partilerinin ya iki eksenden birine eklemlenip erozyona uğrayacağını ya da büyüme alanlarının daralacağını belirtmiştik.

ABD’ye öykünen, üçüncü eksenin imkansızlaştırıldığı ve at başı kazanacak şekilde dizayn edilen ikili sistemde küçük partiler fikirleri ile değil sayıları ile saygındırlar. Yani toplumsal renkliliğimizi ve düşünsel zenginliğimizi besleyen fikir partileri eriyor. Her ne kadar “büyük parçadan” küçük küçük parçalar koparmak için yeni partiler kurdurtuluyorsa da bunların “popüler kültür partileri” olmaktan öteye geçmeleri imkânsız.

Bu iki eksen rejimi koruma ve kollamayı ortak eksen edinmiş gibi. Köklü değişim talebi neredeyse “günah” derecesinde siyasi mülahazalardan arındırıldı. Siyasi gündemi tartıştıkları analistlerin hiçbiri köklü değişim fikrine sahip değildir. Dolayısıyla birbirinden nüanslarla ayrışan, hatta çoğu zaman aynı iddia ve talepte ortaklaşıp partide ayrışanlarla yol alınıyor.

Bu öyle bir benzeşme ve aynı eksene oturmadır ki AK Parti “esas Atatürkçü ve laik parti biziz” diyebildi. Hakeza CHP “başörtüsü sorununu ancak biz çözeriz” deme noktasına geldi. Tabi bu söylem tabanda da ciddi bir erozyon meydana getiriyor. Kemalist anlayışın yüz yıllık zulüm ve baskıları yokmuşçasına bir siyasi atmosfer oluşturuldu. Hatta AK Parti dahil tüm partiler anayasanın başörtüsünü destekleyen hak ve özgürlükler içerdiğini yeni bir yasaya ihtiyaç olmadığını söylemekte perva etmiyorlar. Adama sormazlar mı kapılarınıza kilit vurulurken, kızlar okullardan, memurlar kamudan atılırken, cezaevi yatılırken Guanda anayasası mı yürürlükte idi.

Görünen o ki başta büyük değişim iddiası olanlar olmak üzere halk sistematik bir şekilde sisteme entegre ediliyor. Öyle ki sistemin zulmünü yüzyılın başına kadar götüren, iktidarı da canhıraş bir şekilde savunan bir gazeteciye “sen Atatürk dönemini de mi kast ettin?” şeklindeki itiraza “Atatürk dönemine laf etsem beni eve almazlar” diyecek kadar bir “ilerleme” kaydetmişler.

Ancak gittikçe söylem ve eylem benzerliği yaşayan bu iki eksen sanki çok ayrışıyorlarmış görüntüsü vermede de çok mahirler. Bunu da ellerinde tuttukları medyanın sihirli gücü üzerinden ilgisiz, gereksiz, çapsız, amaçsız gündemler üreterek yapıyorlar.

Oysa bizim Kürd meselesi, İslami hak ve özgürlükler meselesi, 12 Eylül darbe anayasası, Amerika ve israil’e mahkûm dış politika, ekonomik model ve ekonomik bağımlılık, Müslüman ülkelerin birliği, Batı güdümlü eğitim sistemi gibi olmazsa olmaz; değişmezse iflah olunmaz temel iç ve dış sorunlarımız var ve bunlar yokmuş gibi davranılıyor ve hasır altı ediliyor. Bu meseleler 80’li 90’lı yıllarda bile daha cesurca konuşuluyordu. Devrimci, köklü, yapıcı ve zengin bir “zihin” havzamız vardı gidişata itiraz eden.

Sistem Amerikalılaşıyor. Toplumun benzemesi de kaçınılmaz olacak. Her fiile bir “Amerikan ulusal çıkarları” kılıfı giydirip istenildiği gibi at koşturmak… Hiç düşünmeyen özgürler, çok üretip az tüketen emekçiler, terk edilmiş yaşlılar, cinsiyetsizliğe meylettirilmiş sahipsizler, laboratuvarda evreni keşfeden ama Afrika ve Asya’yı görmeyen “zekalar”, başsız ve amaçsız muhalif yığınlar üreten bir sistem…