Çok sayıda sıkılmış yumruk çözecekti düğümü. Gençken siyah beyaz, koca sakallı ağabeylerden öğrenmiştik bunu. Çok sayıda kudretli yumruklar edindik. Taşa, tanka savurduğumuz, salladığımız… Hiçbir zaman yüreğimiz kadar acımadı kan revan içindeki yumruklarımız. Yumruklar çoğaldıkça evler daralıyor, sokaklar daralıyor, caddeler daralıyordu; meydanlar boşalıyordu. Zihinlere örülen bariyerler muhkemleşiyordu. Aşamıyorduk, ulaşamıyorduk… Arkasından yumruklarımızı öğüttüler mahzenlerde. “Çok”un bir kıymeti yoktu.

Olmadı işte! Olmamıştı!

    Kurşun olacaktık, bomba olup yağacaktık. Zihinlere giden tüm yolları açacaktık. Bir “adamı”, bir “idamı”, bir “endamı” yermek suç olmayacaktı. Soyacaktık hakikati tüm kirlenmiş libaslarından. İğfali, imhayı anlatacaktık. Harflerin kelimelere dönüşündeki yolculuğunda uğradığı katliamı gösterecektik. Dil olacaktık, kitap olacaktık, “dilsiz” ve “kitapsızlara”. Dilimize kilit, bileğimize kelepçe, kitabımıza “gerekçe” vuruldu. Aslında kimseye yağmamıştık. Birbirimize yağdırılmıştık. Ve gerekli gereksiz, gerekçeli gerekçesiz kararlarla vurulduk.

   Beter kapandı yollarımız. Zihinlere giden tüm yollara barikatlar kuruldu. Gönül yolları ise gönlümüzde bir ukde olarak kaldı. Biz çalışıyorduk, onlar kazanıyordu. Biz çalışıyoruz, onlar kazanıyor.

Yine Olmamıştı! Olmuyordu!

  Haydi kitap olalım dedi koca sakallı, heybetli ağabeyler. Asıl kitaba giden yolda birer kitap olalım. Kitaba ulaşmak, kitaba bulaşmak daha kolay olacaktı. Bariyerleri aşmak daha rahat olacaktı. Okuyacaktık, okutacaktık. Olamadık, okuyamadık…

   Kitabı tersten okuyan daha koca sakallıları diktiler rahlelerin başına. Tersten okumanın cazibesi çevreledi zihinleri, gönülleri. Çok hoştu! Tersten okuyordun ama düzden gibi duyuluyordu. Gırtlaktan yukarı terennüm ediliyordu ama ciğerden çıkmış gibi anlaşılıyordu. O kadar konforluydu ki akılların da gönüllerin de kafasını karıştırıyordu. Bu illüzyon o kadar büyüktü ki; bu karışıklık içinden çıkılmaz bir düzene dönüşüyordu mevcut düzende. Düzeltemeyince düzeni, düzüldük düzene düzine düzine düzence. Kafiye olsun diye “düzence”, aslında “güzelce”…

Olmuyor işte! Olmadı!

                Koca sakallılardan sonra karşımıza “koca adamlar” çıktı bu defa. Kocaman kravatlı adamlar… Koca koca ümitler devşirmiştik. Zihne ve gönle kurulan barikatları en “uzun el” ile kaldıracaktık. Ne yumruk ne barikat... Ne kavga ne de cefa… En uzun ve en güçlü elimizle düzeltecektik elin tahribatını. El verdik bu uzun ele. Ve “el aldık” kadim örfümüz mucibince. Yıllar, yollar boyunca üstümüzde bildik bu eli. Elimiz güçlüydü argümanımız gibi.

  Allandık, pullandık. Güldük, eğlendik, mest olduk. Kardeş bildik, yoldaş olduk. Hatta sırdaş olduk. Ancak bize uzatılan her aşk kadehinin üstü bal iken dibinden zehir çıktı/çıkıyor. İçtin mi rengini, milletini, meşrebini, mezhebini değiştiren bir zehir… Yenilir yutulur gibi değil. “Yer misin yemez misin?”. “Ağız dolusu tükürmek” te yasak, kusmak ta. Bardağın dibindeki zehir peyderpey “yukarılara” sirayet etmiş. Bal da “bal gibi zehirlenmiş”. Alenen! Üstelik umurunda değil balın.

                Ne birlikte yürünecek yol bıraktınız, ne de başa dönecek yolu açıyorsunuz. Sıkılmış yumruğunu yüreğine gömmüş, gözü ufukta çoook sayıda genç sabırsızlık içinde. Yüreğini incitmeyin onların. Yüreklerinden yumruklarını çıkartmayın.

 Olmadı birader! Olmadı işte! Ne denediysek olmadı! Gayri bir yol da siz söyleyin!

Niye bu kadar dolambaçlı anlattın diye sorarsanız… Anlayın işte!