Bir ramazana daha kavuşturan Allah’a hamdolsun.

İçinde yaşanılan toplumun yapısı, seviyesi, inanç düzeyi, kültürel hazırbulunuşluğu, hatta devlet yönetimi dikkate alınmadan dikte edilen ağır ibadi programlar ters teper çoğu zaman. Tavsiye ve salık vermede kınayıcı ve tahkir edici dil ve üslup da, halkımızın “karşıya” geçmesine sebep olabilir ve karşıtlarımızın argümanını güçlü kılmaktan başka işe yaramaz.

Söz söyleme salahiyetinde olanlar, “içeriden” ziyade aramıza perdeler çekilen, kalbi bizde ancak kafası karıştırılmış kitleleri muhatap almalı ve tedricilik birincil silahları olmalı.

Derinlikli bir oruç fıkhına ve felsefesine sahip olmamakla birlikte ortalama bir vatandaş gibi birkaç değerlendirme yapacak kadar bir bilmişliğim vardır sanırım. Eskiden ibadetlerin içi boşaltıldığı için kahroluyorduk, şimdi ise “imkânsız” şeylerle doldurulduğu için kahroluyoruz.

Kendisini dergahına veya derneğine adamış, başka meşgalesi olmayan emekli bir muhlis sûfinin ancak üstesinden gelebileceği bir ramazan programını halktan istemek ve “makbul” ölçüsü olarak belirlemek ilmi ve akli bir talep olmasa gerek.

                Gerek basın yayın yoluyla gerekse sohbet kürsülerinde çoğunlukla halktan istenen “geçerli oruç modeli” neredeyse toplumun kahir ekseriyeti için yapılması imkânsız ibadetler silsilesini içeren modeldir. Bilinen bütün sünnet ve nafile namazları kılmak, gece namazına kalkmak, siyer, fıkıh, meal okumak, i’tikafa girmek; komşu, akraba, yetim, yakın ve yoksulları ziyaret etmek, cüz okumak, mukabeleye katılmak, bütün vakit namazları camide cemaatle kılmak, iftarı bilmem hangi yiyecek ve içeceklerle ve bilmem hangi tertibe göre açmak, az yemek, az çeşit yemek, eğlenmemek, kötü söz söylememek, konuşmamak, bağırmamak, sinirlenmemek, yutkunmamak, tükürmemek, münakaşa etmemek, teravihe gitmek, iftara gitmek, iftar vermek, hayır kuruluşlarının işlerine koşmak, gündüz uyumamak… Bu zinciri alabildiğine uzatmak mümkündür. Ve adeta bu zincirin halkalarından biri eksik olunca zincir kopmuş ve oruç sayılmazmış gibi “ağırlaştırılmış” bir oruç ayı dayatılıyor.

Elbette bu sayılanlar çok güzel hasletler. Ancak ortalama bir memur, bir esnaf, bir işçi, bir seyyar satıcı bu en kalın kitapların en ücra yerinden en derin yorum! ile çıkarılan kurallar ve mükellefiyetler silsilesini oruçluluğuna rağmen ifa edebilir mi? Eğer cevabımız “evet” ise mesele yok. Cevap “hayır” ise birçok meselede olduğu gibi oruç meselesinde de toplumun vasatını ıskalıyoruz demektir. Ve ancak orucunu gözünde değersizleştirmiş oluyoruzdur.

                 Oysa “kolaylaştırma” ve “hüküm vermede yanılırsa bile sevap alma” gibi İslam’ın en temel ve en insani iki pratiğini unutmuşa benziyor hüküm koyucular.

                Cinsi münasebetten bozduğu orucun kefaretine bedel olarak köle azad edemeyince, altmış gün oruç öneren; “tutabilseydim bozmazdım” itirazı üzerine, altmış yoksulu doyurma önerisine de yoksulluğu nedeniyle olumsuz cevap veren sahabiye, kendisine getirilen bir sepet hurmayı ona verip çevresindeki yoksullara dağıtmasını istedi Peygamber(as). Adam, “bu civarda benden daha yoksulu yok” deyince; azı dişleri görününceye kadar gülüp; “git çoluk çocuğunla o hurmaları ye” diyen bir peygamberin ölçüsünden daha İslami daha insani bir ölçü bilmiyorum. 

Taşların bağlanıp şeytanların serbest bırakıldığı, hatta taşlara tapındığı bir dönemde, bedelini Allah’ın kendi üzerine aldığı ve cömertliğine havale ettiği oruçtan daha büyük bir erdem tanımıyorum. Tutan, tutamayan, tutmaya niyetlenen, içinde tutma arzusu taşıyan, Bayram’ı ve Bayram sevincini pratiği ve heyecanıyla büyüten halkımızı saygıyla selamlıyorum.