Pırıl pırıl güneş ile uyandım. Güneş hiç canınızı sıktı mı bilmiyorum ama benimkini fena sıktı bu gün.  Kış ortasındayız. Yağmura, kara hasret kaldık. Şöyle gönlünce ve günlerce yağmur yağmayalı kaç zaman oldu hatırlamıyorum. Hele kar yağışı, kitaplara ve büyüklere ait bir anlatı olmaya aday bir doğa olayı olarak anılarımızı süslemeye başladı bile.

                Tabiatın bir bütün olarak insana karşı bir savaş başlattığı kanısı ruhumu sıkmakla beraber korkularımı da büyütüyor aynı zamanda. Meyveler tat değiştirdi, sebzeler renk değiştirdi. Hayvanlar huy değiştirdi. Vakitsiz gelen güneş geriyor artık. Yağmur ise bir öfkeyi izhar babından yağıyor zaman zaman. Ya bir intikamın tetikçisi gibi sel olup alıyor canı, bağı, bahçeyi. Ya da bir ölüm sessizliğine bürünüyor.

Su kaynaklarımız çekiliyor. Meğer bizim değillermiş. Su kaynakları demeliymişiz. Virüs ha bire takla atıp duruyor. Her taklada başka bir kılığa bürünüp karşımıza çıkıyor. Tam birine alışırken… Hoppala! Bir takla daha…

Buzullar eriyormuş. Karaları daraltmaya ahd etmişler bize. Denizler tuhaf tuhaf salya akıtıyor. Müsil(aj) olmuş diyorlar. Çiftliklerde “kahya” marifetiyle tuttuklarımız hariç balıklar nereye gitti bilinmiyor. Oysa eskiden çiftlikte koyun, inek olurdu. Balık-çiftlik kavramı nasıl bağdaştı zihnimde hala anlamış değilim.

Keyif vermesi bir yana bir kabusa döndü pazara gitmek. Market alışverişi aile saadetini zedelemeye başladı bile; bütünlüğünü tehdit ediyor.

Buluta da güneşe de muhalif küfürbaz muhalefet almış dizginleri deli divane at koşturuyor. Atları besiye bırakmış, katırlarıyla yarışa katılan iktidara karşı birinciliği kaptırmıyor tabi. Bir gün halkın sırtını sıvazlayıp helallik dileyeceğim diyor, ertesi gün “elinin sırtına” vuruyor. İyisi mi elinin neresine, nasıl ve hangi maksatla vurduğunu “Toroğlu-Uğurcuk” ikilisinin akılları oynatan “oynat uğurcuğum” repliğine havale edelim biz.

İktidar desen eksen kayması yaşaya yaşaya buz patenine dönmüş adeta. Anonim şirket kurma fikri ondan gelmişti oysa. Şimdi iş ortaklar ortasında kalakalmış.  İflas-ifsad ikilemi arasında gidip geliyor. Ya “sermayeyi” tüketecek ya da “harama” bulaşacak.

Siyonistlerin maşalarıyla masaya bir bir oturmaları iç sermayenin yanında dış sermayeyi de tüketmenin işaret fişeği gibi duruyor. Siyonistlerin kuklası olmaktan öte bir iradeleri olmayan körfez avenesi ile buluşma, mecbur etmenin mi yoksa mecbur olmanın mı bir tezahürü yakında ortaya çıkar gayrı.

                Bu zihinsel karmaşada mutfakta kahvaltı beklerken gözüm sokağa ilişti. Hafta sonu kurslarına sırtlarındaki onca “ağır çanta”ya rağmen güle oynaya; itişe kalkışa yürüyordu çocuklar. Tatlı tatlı didişiyorlardı. Belki de günün en mutlu tablosu buydu en anlamlısı da…

Çocuklar belki dindirir tabiatın öfkesini. Ola ki onlara öğreteceğimiz “alfabe” bulutları geri çağırır. Onlara işleyeceğimiz nakış güneşi ayarına oturtur. Elma eski tadına döner. Karpuz kabak tadı vermekten vazgeçer.

Onlarla güneşe de buluta da küfretmekten imtina eder muhalefet. İktidar “buz pateni” yapmaktan vazgeçer. “Siyonist umut” betona gömülür. Mazlum coğrafyalar Türk-Kürd, Arap-Fars ayırımına tabi olmaksızın sahiplenilir.

Belki onlarla milli menfaatlere kurban edilmez 1500 yıllık müktesebatımız. Bahçemizi bir başımıza koruma hastalığı tedavi bulur belki. Bağımız, bahçemiz yine bizim olsun. Rengi kokusu yine bizden olsun. Gür ve gümrah yapalım evet. Ama köyü ortak koruyalım. Değilse ayıya, domuza, kurda çakkala yenilmek mukadder olur. Haydi çocuk olalım. Değil mi ki “Dünya oyun ve eğlenceden ibarettir.”