Geçen hafta LGS sınavı yapıldı. Ateş düştüğü yeri yakarmış. Bir defacık olsun çalışın deme gereği duymadım. Dur durak bilmeden çalıştılar. Okul ve dershanede derece yapıyordu ikiz kızlarım. Ancak o gün geldiğinde hasta olmamalı, tuvalete sıkışmamalı, ishal olmamalı, korona olmamalı, uykusuz olmamalı, aile ve akraba çevresinde bir felaket yaşanmamalı, travma yaşamamalı, heyecan yapmamalı, relaks olmamalı, boş vermemeli, abartmamalı, aç olmamalı, tok olmamalı… Sorular kazık olmamalı.

Bunlardan biri olursa geri dönüşü olmayan telafisiz bir hezimet yaşarsınız. Travması çocukta hangi anksiyete bozukluklarına veya şizofreniye yataklık eder onu Allah bilir ve zaman gösterecek. Kırk yaş ve üstüne ait hastalık olarak bilinen bu psikolojik hastalıkların genç yaş grubunda oldukça yaygın olmasının temelinde genellikle bu “ölüm-kalım meselesi” sınav kabusunun yattığı uzmanlarca ısrarla vurgulanmaktadır.

Elbette ki sınav ve eleme olmalı. Ve elbette eşit şartlarda eğitim görmeyen kentli-köylü, zengin- fakir, Kürd-Türk,  doğu-batı herkesi aynı sınava tabi tutmamalı. Ben uzmanı değilim ve yerine ne getirilmesi gerektiğini bilmem. Ancak “kaderi” telafisi olmayan bir tek sınava hasretmek “kaderi” katletmektir. Hele bakanlığın “gücünü ve rüştünü” ispatlayan çok zor sorularını da bu yılın “pandemi ikramiyesi” olarak kabul etti çocuklarımız. Ziya Hoca’nın mezuniyet jesti oldu…

Kızlarımın sınav çıkışında gözlerinde oluşan o geri dönüşsüz “ölümcül çaresizlik” hali asla anlatılmaz ancak yaşanır. Hikâyemizin devamı ise pedagoji, sosyoloji, psikoloji ve ekonomi ilminin karışımının çorbasından çıkan karmaşanın siyah-beyaz resmi gibiydi; kazandın veya kaybettin.

                Biz biraz da hikâyemizin sınav öncesini anlatalım:

Ceylan ürkekliğinde, serçe telaşında sevinememiş bir ömrün, dinlenmemiş bir gecenin sabahında…

Terennüm ettikçe analar duaları, kıpırdadıkça dudaklar ateş saçar korku dehlizlerinden.

Vakit tamam! Her bir silüetten bin bir çeşit nasihat… Karışır yanlışlar ve doğrular.

Tatlılar, yumurtalar tıkışır kursağıma. Şekerler dolar cebime. En kallavi okunanından; “nefesi kuvvetliden” üflenir yüzüme sarımsak kokulu ağızlardan.

Nihayet! Kapı eşiğine varır serüvenim. Takılır eşiğe ayaklarım;  taşımak istemez koca kafamı ve gövdemi.

Neler yok ki kafamda… Neler yüklenmemiş ki gövdeme bu körpecik yaşımda.

Bir itimlik canımla, anne-baba, dayı-amca… Çıkmışız dışarıya.

Babam kafama okur, anam ruhuma…

-Acele etme! Heyecan yapma! Sinir yapma! Gevşeme! Üzülme! Hemen sevinme! Etrafına bakma! -Üç külhuyu unutma! Balıklama atlama! Dikkat çekme! Muskayı unutma! Silik görünme! İşaretleri unutma! Kodlamayı kayırma! Bilmediklerini yapma! Soruyu doğru oku! Üç külhu bir Fatiha oku! Suyu unutma! Fazla su içme…

Trafik gittikçe sıkışıyor; küçük abdest te o oranda…

Babam ha bire bağırıyor; annem sakinleştiriyor. Korna sesleri asileşiyor. Kardeşlerim bana “güven” tazeliyor.

Amcalar,  dayılar güçlü ellerle sırtıma “aslanım” diye vurdukça kedileşiyorum.

Yollar başkalaşıyor. Ayarlar hırlaşıyor. Çiçekler büzüşüyor. Yollar kesişiyor. Şehir yabancılaşıyor. Sonunda okula varılıyor.

İnsanlar karışıyor. Bir kadın, memurla bağrışıyor. Bir ihtiyar, kapıyı tekmeliyor. Kuzular meleşiyor. Koyundan ayrışıyor.

-Allah’a emanet ol! Rahat ol! Biz buradayız!...

Babam donuyor. Anam ağlıyor. Ve gerçekten “anam ağlıyor”.

Ve içerdeyim. Koridorlar labirent gibi. Tuvaletler metruk… Anamı mı kıracağım! Son bir sefer gitmeliyim.

“Ve salon mezar”

Çıkışı siz anlatın

Çünkü artık ben bir ölüyüm.