Tarihte çok zalim diktatörler ve devletler çıkmıştır. Hiçbiri bu günkü Batı kadar zulmünü hümanizmle soslayarak adalet, medeniyet, barış ve esenlik diye satamamıştır. Zulüm ve sömürü alenen olmuştur. Asla bugünün Batı’sı gibi ikiyüzlü, gizli ve kirli ajandaları olmamıştır. Sömürgecilik bu kadar tahripkâr olmamıştır. Zira tarihin hiçbir döneminde dünya iktidarı Yahudi’lerin elinde bu kadar oyuncak olmamıştır.

                Bu manada bu gün Batı emperyalizmi ve zulmü karşısına dikilen her hamle mukaddes; her kişi münevver, her ülke muteber olsa gerek. Türkiye’nin son yıllarda kıt kanaat imkânlarıyla bir başına Batı’ya karşı menfaatlerini koruması çok ama çok değerlidir. Her ne kadar bu sömürü çarkı ve tezgâhına karşı bir başına durmak imkânsız ise de; bu çaba benzer çabaları cesaretlendirmesi babından mukaddestir kanaatimizce.

                Yaklaşık kırk yıldır batı ile bu mücadeleyi veren İran, etraf coğrafyanın bir başından diğer başına her yerinde belirleyici ve etkin bir rolü var ise de yanına dengeleri değiştirebilecek bir ülkeyi alamadığı için ya da böyle bir ülke destek vermediği için neredeyse tükenip bitmek üzere.

Dolayısıyla İran gibi zengin petrol yatakları da olmayan Türkiye’nin de bu mücadelede bir başına başarılı olma şansı oldukça zayıftır. 15 Temmuz’a kadar Cumhurbaşkanı İslam coğrafyasının özellikle de İslam/Arap sokağının en büyük kahramanıydı.

Ancak sonrasında ulusalcı/milliyetçi kuvvetlerle oluşan mecburi yakınlık bir genetik değişikliğe de hizmet etti gibi. Ve bu genetik değişim İslam/Arap eksenini “Türk” dünyasına kaydırdı. Elbette on yıllarca ihmal ve ihlal edilmiş Müslüman Türk coğrafyasını da İslam Âlemi’nin sağlam bir parçası haline getirme çabası çok kıymetlidir ve muazzam bir hamle olurdu.

Ancak öyle olmadı. Ulusalcı ideolojinin şeytanlaştırdığı “hain Arap”  tezi tekrar karşılık bulmaya ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” tezi resmiyet kazanmaya başladı. Azerbaycan savaşında da görüldüğü gibi Türkî Cumhuriyetler de diğer İslam coğrafyasından çok daha dağınıktırlar ve oralardan sıcak meltemlerin bu taraflara esmediği aşikârdır. Üstelik sokağı da Türkiye’yi ve Cumhurbaşkanını bağrına basmaktan çok uzaktır. Dindarlık ise kuyuda kaybolan iğne misalidir oralarda.

 Ancak yönetime yön ve yol belirleyen ulusalcı irade ısrarla Türkiye’yi İslam Âlemi’nden uzaklaştırıp bu dünya ile yetinmeye zorluyor. Bu da İslam coğrafyalarıyla zaten var olan problemli ilişkileri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Kısaca Türk dünyası dışındaki dünya gözden çıkarılmış gibi. Aslında milliyetçiliği her zeminde besleyen Batı’nın bu süreçten içten içe bir hoşnutluk ta duyduğu bilinen bir gerçektir.

Bu günün siyaseti hamaseti çok besliyorsa da bir başınıza harcadığınız güç günbegün zayıflayacak ve sizi her türlü masaya oturmaya zorlayacaktır. “Sisi masası” da bunlardan biri zan edersem. Bu enerji kaybı ve yorulmuşlukla birlikte sonuçta yüzyıllardır kopuk yaşanılan Türk dünyası ile istenilen bağı kuramamış, terk edilen İslam/Arap sokağını “şeytanlaştıran”, Batı’yı efendi belleyen döneme dönmek bir iktidar değişikliği kadar yakın olacaktır.

Ne yapıp edip Batı’ya karşı birlikte mücadele edilecek güçlü partnerler bulmak hayati derecede zorunluluktur.