Doktor yatan hasta kliniğinden koridora çıkardı refakatçıları. Koridorda bekliyoruz. Refakatçılardan biri doktorlardan; hastaneden dert yandı. Bir diğeri adaletsizlikten dem vurdu. Bir başkası devlet meselelerine konuyu getirdi ve usulsüzlük ve yolsuzluklara dair bildiği doğru-yanlış ne varsa ezberlenmiş metinler gibi döktü.   Yokluk, yoksulluk, adaletsizlik, adam kayırma, rüşvet, kültürel ötekileştiricilik vesaire vesaire…

Hastaneye akşam geç saatlerde refakat nöbetini oğlumdan devralmaya gelirken bir küçük bakkal bir liralık maden suyunu 2,5 liraya satmıştı bana gecenin de “karanlığından “istifade. Aracımı tedbiren hastanede oğluma bırakmıştım. Taksi tuttum.  Diyarbakır’da İstanbul Türkçesi ile konuşma takıntım tutar bazen beni. Şoför yabancı belledi ki 8 km’lik hastane yolunu 20 km olarak yutturmaya çalıştı.

Hasta için olduğunu söylediğim halde ciğerci bayat ciğer verdi.  Tezgâhtar siparişimi ustaya çığırırken; “Ahmooo! (Ahmet usta) tezgaha kuş düşmüştü çıkardın mı?” narasından anladım. Beni “kuş” bellemişti. Hastane kapısındaki güvenlik elemanı içeri girmeye çalışan kefili-şalvarlı bir vatandaş ile tartışıyorken; takım elbise ve çantalı oluşumdan olsa gerek bana saygı göstererek içeri aldı.

                Nöbetçi doktor hastamın durumunu o saatte sormamı hiç haz etmemişti. Ancak elimdeki Doğruhaber gazetesinden gazeteci kimliğimi öğrenince çok daha sıcak davrandı.

Hemşire yorgun ve kızgın bir eda ile hastama anjiokat takıyordu. Hışmına uğramamak için azami gayret gösterdim.  Adı bir yolsuzluğa karışmış bir okul yöneticisinin telefonu geldi. Hemşire kızar diye korku ile açtım. Mağdur olduğunu ve sendika nezdinde kendisine yardımcı olmamı istedi. Telefon sonrası hemşire çok daha nazik davrandı.

                Asistan doktor odadaki tıp ders notlarının 4.sınıftaki çocuğuma ait olduğunu öğrenince üstlerinden gördüğü baskıya isyan edercesine “söyleyin yol yakınken bıraksın bu mesleği” diye veryansın ediyordu.  Yemek dağıtan genç Ahmet, öğrencim çıktı. Çok içten bir “hocaamm!” çekti.  Duygulandım.  Yemeği fazladan vermeye başladı. Ekstradan bir şeyler getirdi. Çok naifti. Saygıda kusur etmezdi. Bir katkım olmuş muydu bilmiyorum; ama efendiliğinden gurur duydum. Dolaylı dediysem de incitmemek için direk “fazladan yemek koyma” diyemedim. Zaten yıllar sonra gördüm ki hastane yemeği hem yeterli hem de çok güzel çıkıyordu. Hakkını teslim etmek lazım üniversite hastanesinin.

Geç saatte hastane odasının duvarına asılı küçük tv’den haber dinliyordum.  Mısır ile normalleşiyormuşuz. “Monşerler” ikna etmişti. Sisi aynı Sisi olduğuna göre değişen biz olmalıydık. İslam coğrafyasının ümidi ve hamisi olamadık işte. Milli menfaatler galip geldi.

Başa dönecek olursak;  refakatçılar dert yanmıştı ya… Demem o ki; peki biz ne verdik bu hayata da bu kadar çok şey istiyoruz.  Biz ne kadar dürüstüz, ne kadar düzgün…  Biz ne isek müdürümüz de o olur, doktorumuz da, valimiz de, vekilimiz de başbakanımız da o olur. Darlığımıza rağmen bir yetime mi dokunduk. Sokakta yatan birini evimize mi aldık? Bir husumetin ateşine su mu döktük? Bir defacık olsun sadece “dürüstlüğe” oy mu verdik? Bir kuyrukta sıramızı mı verdik? Birinin acı yükünü mü sırtladık? Bir umuda kapı mı olduk? Bir aşkın kahramanı mı olduk?

Onlara dedim ki; eğer bir liralık malı 2,5 liraya satan bakkal veya anlattığım ve aldatıldığım ciğerci, taksici, güvenlikçi, hemşire ve köşe bucak hastası için torpil arayan ben maazallah müdür, müteahhit, vali, hâkim, vekil veya başbakan olsaydık herhalde mevcutlara rahmet okuturduk.  Biz düzelmeden asla…