Rahmetli Manifaturacı Selim Amca kazancını hep ciro üzerinden hesaplardı. Sıcak para çok tatlıydı ve kâr zannederek bolca harcıyordu. Mahalleli gıpta ediyordu. Giderler hesaplanmadığı için her yılın sonunda borçları katlanarak artardı. Çocuklarını toplar bir sonraki yıl mutlaka kâra geçeceklerine dair gerçekçi! gerekçeler sıralardı. Seçeneksiz çocuklar ümitlenirdi. Çocuklarının bütün emek ve enerjisi heba olurdu. Sonunda çocuklarına büyük bir borcu miras bıraktı.

Ülkede de Müslümanlar yüz yıllık birikmiş sermayelerini yaklaşık yirmi yıldır daha iyi bir gelecek ümidiyle siyasete yatırdılar. İlk yıllarda sermayeden de olsa yemenin lezzeti damakları oldukça tahrik etti. Sermayeden yemenin ahlaki, irfani ve insani bir bedelinin olacağını herkes biliyordu. Ancak damak, lezzete alışmıştı bir kez.

Görünürde büyük kazançlar elde edilmiş gibiydi. Artık ne sahtekâr siyasetçiye pervamız vardı, ne üçkâğıtçı tüccara… ne de müfsid tellala..

Yüzyıllık gasp edilmiş haklar en üst perdeden talep ediliyor, başta Kürdler ve dindarlar olmak üzere tüm sosyal ve siyasi sınıflar daha rahat bir ifade ve pratik alanına sahip olmuştu. Bu sınıflar önemli kazançlar elde etmişti.  Memleketi bir iyimserlik iklimi sarmıştı. Ancak “kazanç” hiç bir yasal ve anayasal hükme bağlanmadı. Dolayısıyla esebilecek bir rüzgar tüm mahsulü berhava edebilirdi. Yani sermayeden yemiştik. Ancak bu hiç tatmadığımız bir lezzetti ve aklımızı başımızdan almıştı.

 Müslümanlara/dindarlara yapılacak iş bırakılmamıştı. Devlet her bir sorunu çözüyordu zaten. Bizlere zaferin tadını sonuna kadar çıkarıp bu zaferi olabildiğince yüksek sesle alkışlamak kalmıştı. Yüz yıllık yorgunluğu atıyorduk üstümüzden. Çocuklarımızın, dibine diz çökeceği güçlü bir cemaat!, okuyacağı iyi bir kolej,  çalışacağı büyük çapta bir şirket, yazacakları çok sayıda gazete, halka vekalet edecekleri büyük bir parti vardı artık.

Birazcık eğlenmek bizim de hakkımız değil miydi şu fani dünyada. Ülke şartlarında müfsitler gibi eğlenmek mümkün değilse bile imkânsızı mümkün kılmak bizim işimizdi. Tesettürü modaya uydurmakla başladık elbet. Yani hem tesettürlüydük hem de albenimiz hepsinden fazlaydı. Tesettürde mahiriz ya, faize bir libas giydirdik ki hiç sormayın; tam setrettik onu. “Katılımcı” maharetimizle katıla katıla büyüyorduk/gülüyorduk. Tüccarlarımıza Yahudiler selam durmaya başladı. Siyaseti, “şerrinden Allaha sığınmaktan” , “şerrinden şeytanı kaçırma”ya dönüştürdük. Şeytan falan kalmadı etrafta. Hepsi kaçtı. Yani meşru/mubah çizgimizi Osmanlı topraklarını da aşan bir sınırsızlığa taşıma becerisi yine bize ait.  Öyle bir “Gençlik Hareketi” yetiştirdik ki, hareketlilikten yerinde duramaz oldu. Ya “Geziye” çıktı ya da Pensilvanya`ya gezintiye. Yetiştiremediklerimizde ise hareket sıfır… Büyük zincirlerle monitörlere kilitledik onları.

Velhasıl hayat ile yüz yıllık hasret giderdik. Ve mücadele ettiklerimize o kadar benzedik ki onlar bile şaşırdı. Sonunda büyük bir “Darbe “ yedik.  Sermayeden yemiştik zira.

Gençlik yerle yeksan. Zenginliğimizin bir “tweetlik” canı var. Siyasetimiz Telaviv-Waşinton hattını aşmada aciz. Bir ikisi hariç cemaatler artık “cem” etmez oldu. Bürokrasi doksanlı yılları mumla aratıyor. Kürt meselesi yokmuş gibi veya çözülmüş gibi davranılıyor. Siyasal ve kültürel haklar FETÖ`ye kurban edildi. Nerdeyse artık her farklı ses aynı sepette veya aynı “kafeste”…

Milliyetçilik/ırkçılık yeniden keşfedilir gibi; yeni tanımlarla arz-ı endam ediyor. Ulusalcılık altın çağını yaşıyor.  Hiç olmadığı kadar “Resmi Din” dayatılıyor. Kurtuluş mücadelesini verenlerin Kuruluş mücadelesi verenlerce tasfiye edildiğini bize ezberletenler, bu gün “Kuruluşu” herkesten çok kutsar hale geldiler. Meğer fasit dairede yol alıyormuşuz. İlerliyor zan ederken dairesel hareketle başa dönüyoruz. Üstelik bütün enerjimizi kaybetmiş olarak.

Maalesef sürekli “mevzi” ve “adam” kaybediyoruz. Yani sermayeden tüketiyoruz. O da biterse sokaklara düşeriz maazallah.

Mevta, defin işleminden sonra mezarlıktakilerle birlikte kabirden ayrılmaya çalışırken başı kabrin tavanına değince ölenin kendi olduğunu anca anlarmış.