Tatlı bir ses cümbüşü ile uyandım. Nerdeyim bilmiyorum.   Bazen olur ya; derin uyurken uyandığınızda nerde olduğunuzu bilmezsiniz. Yeni yetme horoz ötüşleri, gerekli gereksiz havlayan köpek seslerine karışmış. Sağıldıktan sonra annelerine bırakılan kuzuların kavuşma meleyişlerine karşın, avazı çıktığınca böğüren boğa üstünlüğünü ilan eder gibiydi.

Sabahın tatlı telaşını en çok hissettiren şey kadın-erkek kiminin yanındakiyle konuşuyor olması, kiminin uzaktakine bağırarak bir şeyler anlatması, bir başkasının çocuklara seslenişinin oluşturduğu “çok sesli!” koro. Arada bağrışan veya gülüşen çocuk sesleri ise senfoninin arasına serpiştirilmiş diyez ve bemol estetiğinde. Belli aralıklarla yükselen erkek seslerinin verdiği güven operanın kusursuz tenoru gibi. Bütün bu seslerin arasında gelen kuş cıvıltıları güzel bir filimi izlerken çıtlatılan çerez tadındaydı. Her ne kadar parazit yapan siyah-beyaz tv gibi arada bir hırıltı çıkaran traktör sesi bu ahengi bozuyorsa da…

Bilinmezlik uzun sürmedi ve kendime geldim. Oda ve eşyalar tanıdık değil. Pencereye yöneldim. Bu küçük köyün orta meydanında hayatın tamamı icra ediliyordu adeta. Delikanlılar, yaşlılar, kadınlar, çocuklar, hayvanlar, sesler, kızgınlıklar, kırgınlıklar, üzüntüler, sevinçler, üretim, tüketim… Hayata dair bütün hareketliliği bir tek sahneye oturtmuştu Senarist.

Komşusunun ineğini bahçesinden çıkarandan tutun, başını tuttuğu koyunu elinden kaçıran kız çocuğunun işittiği azara kadar. İkiz doğuran koyunun kadında yaşattığı sevincin görkemi eşsizdi. Bu mutluluğu kaç komprador bu dolulukta ve doğallıkta yaşamıştır bilemiyorum. Kapıdaki oturağa bastonuna dayanarak oturmuş ak sakallı dedenin cebinden torununa uzattığı şey neydi bilmiyorum ama Padişah`tan alınan bir kese altın bile hiçbir zaman hem Keloğlanı hem de Padişah`ı  bu kadar sevindirmemiştir.

Aktar Tevfik,  delikanlı çobana, sürüyü evinin önündeki patikadan götürmesine getirmesine, tozutmayı bahane ederek yine çok kızıyordu. Çoban biraz utanarak biraz da tebessümle koyunları suçluyordu. Köylüler sadece bakışıyordu. Aktar, sürünün her geçişinde mutlaka bahçede olan kızına kızarak içeri gönderiyordu.  Bu değişmez tesadüf tebessüm ettiriyordu.

Bu asırları barındıran çok kıssa sahneden aldığım keyiften Senarist`te çok sevinmiştir. Yaşamın bütün kareleri bir tek sahnede…

Nihayet misafir olduğumu hatırladım.  Evden meydana yöneldim. Genelde yatakta olan hasta Ayşe Nine sevinçten ayaklanmış,  yaşına rağmen şarkı mırıldanarak torununun saçlarını tarıyordu. Oğlunun tanışıp umut bağladığı adamlar mafya çıkmış. Haber gelmiş adam öldürttükleri içerdeki oğlu af edilecekmiş.

Köyün en geçimsiz gelini daha şimdiden süslenip kayınvalidesiyle kavgasız bir gün geçirmesinin yanında, birlikte heyecanla bahçeyi çapalamaları herkesi hayrette bırakmıştı. İşsizlikten komşu köyün ağasının adamlarıyla birlikte uyuşturucu ticareti yaparken yakalanmış henüz beş yıl yatmıştı gelinin kocası.  Onu da salacaklar.

Hele çeşmenin başındaki Vezire Teyze`nin başına toplanmış kadınların neşesine diyecek yoktu. “aslında millet oğlunu dolandırmış da; üzerine atılı ifadeden nitelikli dolandırıcılıktan cezaevine düşmüş de…” Belki de son kez dinleyecek olmalarıydı kadınları sevindiren. Bıkmışlardı inanmadıkları hikâyeyi her gün dinlemekten. O da çıkacakmış “Devlet”lu söylemiş; kader kurbanıymış!

Çayırlığa oturmuş erkekler, feylesof! Nuri Amca`nın kasıla kasıla “ben size demiyor muydum mutlaka bir af çıkacak diye. Kimse on yıldan fazla yatmamıştır bu memlekette. Zaten oğlum o kamyona yanlışlıkla binmişti. Ne bilsin içinde çalıntı koyunlar olduğu. Bak Sami Deden`in Erkonokon ve Baldoz`cu çocukları da zaten çoktan çıkmadılar mı?” sözlerini can kulağıyla dinliyorlardı.

Herkes sevinçliydi. Bir tek Meryem Ana bu ahengi bozuyordu.  Söylenip duruyordu ama kimsecikler bakmıyordu, duymak istemiyordu. Vebalı muamelesi görüyordu adeta. Kahrından ölecek gibiydi. İki eli iki yanında bir taraftan etrafına üşüşüp ağlayan askerdeki oğlundan torunlarının karnını doyurmaya çalışırken, diğer taraftan tek olan ineğinden sağdığı sütün ateşte taşmamasına koşturuyordu. İçerde iyice hastalanmış ve inleyen ihtiyara “üzülme çocuğu yakında bırakacaklar” şeklindeki tesellisi bile “acıyı”  dindirmiyordu.

Kendi kendine;

“Ah oğlum ah! Sana mı kalmıştı camiye gitmek. Sana mı kalmıştı Allah`ın dinine sahip çıkmak. Allah, dinini korumaktan aciz miydi ki! Sana mı düşmüştü FETÖ ve ABD(O)`nun tezgâhına çomak sokmak.  Tasası sana mı kalmıştı mustazafların? Senden daha mustazafı mı var bu köyde? Bak devlet hepsini salıveriyor.  Bir tek sen kalıyorsun içerde. Hepsi oturmuş Nuri Amca`nın yalanlarını dinliyor. Kimse on yıldan fazla kalmazmış içerde!  Yirmi üç yıl oldu içerdesin.

Ah be oğul!  Katil olaydın! Hain olaydın! Ayyaş olaydın! Hırsız olaydın! Amma camiye gitmeyeydin!

Hayır be oğul! Hasbunellah ve ni`mel vekil.” diye söylenip duruyordu Meryem Ana.

Sonra…