İlk zil çaldı. Bu zilin kimleri heyecanlandırdığına bakarsanız sistemimizi kısmen çözersiniz. Bu zil öğrenciyi heyecanlandırdı mı? Asla! Bilakis büyük çoğunluğunu korkutuyor. Ders ziline üzülen teneffüs ziline zil takıp oynayan nadir ülkelerdeniz.
Peki bu zil öğretmeni heyecanlandırdı mı? Bunun cevabını da bir öğretmen olarak ben değil siz verin.
Bu ilk zilin, okulu kendi imkanlarıyla (imkansızlıklarıyla) eğitim-öğretime hazır hale getirmek zorunda olan, eğitimden ziyade okulun inşaat işiyle uğraşmalarından olsa gerek inşaat mühendisi vasfı öne çıkan okul yöneticilerimizi ne kadar sevindirip heyecanlandıracağını yine sizin şaşmaz tahmininize bırakıyorum.
İl İlçe yöneticileri bu zile seviniyor mu? Okul yöneticilerinin talepleri ile “yukarının” sorun duymak istememesi arasında sıkışan il ilçe yöneticilerinde çalan zilin oluşturacağı travma bir yana protokolde mutluluk pozları ve nutukları vermek zorunda olmaları başka bir hüznün hikayesi olsa gerek.
Mülki idare amirlerinin iş yükünün %50`sini oluşturan eğitim-öğretim zilinin çalması onlarda da endişeyle karışık, hatta karmakarışık bir heyecan oluşturduğunu tahmin etmek yine zor olmasa gerek.
Aşağıdan yukarıya giden, yukarıdan aşağıya inen on yılların biriktirdiği onca temel sistemsel problemin yükünün tamamını omzunda hisseden bakanlığımızın tıkır tıkır işleyen bir sistematiğin mutluluk ve heyecanını taşıdığını da söylemek mümkün değil. Zil belki de ürkütmüştür.
Peki bu zilin çalmasından heyecan duyan hiç mi kimse yok? Elbette var; ebeveyn. Çocuğunun doktor, mühendis, avukat; bunlar olmazsa hiç değilse öğretmen olacağının ilk adımlarını atması oldukça heyecanlandırıyor. Her ne kadar dershane servis ve okul masrafları uykularını kaçırıyorsa da…
Tabi bu zile sevinenlerin başında kırtasiye ve kıyafet tüccarlarının geldiğini söylemeye bilmem gerek var mı? Öğretmenlerce gereğinden fazla istenen ve büyük çoğunluğu kullanılmadan atılan ders araç gereci ve kaynak! kitapların ilk ders ziliyle birlikte bu tüccarların eteklerinde de zillerin çalmasına sebep oluyor.
Oysa zilin çalmasıyla birlikte eğitim-öğretim paydaşlarının tamamının eteklerinin zil çalacağı bir sisteme hep birlikte katkı sunmalıyız.
İki binli yıllara kadar neredeyse sabit, statik, ideolojik ve ezberci bir müfredat adeta noktasına virgülüne dokunulmadan dayatılarak uygulana geldi. Kahrediciydi. Ancak iki binli yıllardan sonra müfredatımız devrimsel nitelikte değişim ve dönüşüm yaşadı. Öğrenci merkezli, yaparak-yaşayarak öğrenme ve bilgiyi yüklenmekten çok bilgiye ulaşma yol ve yöntemlerini irdeleyen bu değişim ve dönüşümün her yıl tabandan gelen öneri ve eleştiriler üzerine revize edildiğini büyük bir heyecanla söylemem lazım. Ancak bu değişime donanımsal olarak hazır olmayan çoğu eğitimcimizin ayak diremesi sistemi sakat kıldı diyebiliriz.
Ha keza eğitim teknolojileri açısından gelişmişliğimizi iki binli yılların öncesini bilmeyenlerin/yaşamayanların tahmin etmesi imkansız. O günlerde basit bir ampul yakma deneyinin maliyet ve zahmeti bile meseleyi anlatmaya yeter de artar bile. Ama maalesef bu gün, ders işleme konforu ve doğurduğu imkân açısından büyük bir devrim olan sihirli(akıllı) tahtalar bile çoğu derste dersliğin süs aracı olmaktan öteye geçmedi. Tabi ki müstesna olanları hariç tutuyorum.
Kısacası mevcut imkânlar oranında bir enerji üretememiş biz öğretmenlerin “daha büyük imkânlar olursa büyük başarılar elde ederiz” iddiası havada kalır.
Kanaatimce işe öğretmen yetiştirme sisteminden başlamak lazım. Öğretmen olacaklar, liseye ve fakülteye alınırken, orda okurken ve öğretmen olurken oldukça bilimsel ve kültürel seçiciliğe tabi tutulmalı. Oldukça çok “dayanıklılık” testinden geçirilecek yepyeni bir sistem oluşturulmalı. Bu testleri geçemeyen kişi hangi aşamada olursa olsun başka bir alana kanalize edilerek eğitim süreçlerinden uzaklaştırılmalı.
Tabi “çocuğum öğretmen olmalı, olamazsa doktor, mühendis olmalı” dedirtecek bir ekonomik yeterlilik olmadan “yeterli” öğretmen yetiştirmek mümkün olmayacaktır.
Hayırlı bir yıl dileğiyle…